Kayıtlar

2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

KENDİNE AİT BİR ODA

 Bu yaz ikinci Virginia Woolf denememde okuduğum kitaptı Kendine Ait Bir Oda. Kadınların edebiyatta var olma ya da olamama nedenleri üzerine yazılmış bir denemeydi. Bir kadının evinde yazmak için kendine ait bir odası bile olmadan yazmasının ne kadar zor olduğunu anlatıyordu. Yıllık düzenli bir gelirinin olması gerektiğinden, kimseye açıklama yapmaksızın yazabileceği bir odası olması gerektiğinden bahsediyordu. Yazabilmek için, evet sırf rahatça yazabilmek için kendime ait bir bilgisayarım olsun istedim. Aylarca düşünüp taşındıktan sonra aldım bir bilgisayar. İki ay sadece kendim için kullandıktan sonra bilgisayarı eşim kullanmaya başladı iş için. İş için kullandığı için birşey de diyemedim ama bilgisayar gitti. Geçen gün dizi izlemek için aldım bir defa, ekranı ve klavyesi toz içindeydi. Bilgisayarı istisnasız her gün yanında götürüyor. Onun işine göre benim hobim ikinci planda olabilir ama ben kendi ihtiyaçlarımı geri plana atmaktan nefret ettim.  Bu durum bana çok dokundu. İstemiyor

KAÇAN KOVALANIR

                Ne kadar bayağı veya daha kibar olacaksak eğer beylik geliyor kulağa değil mi? Ortaokulda bile böyle bir düstur benimsemedim. Aslında bu tarz şeylere hiç prim vermedim. Çünkü benim için tek bir şey vardı ilişkilerde, o da samimiyet ve içtenlik. Aileden gelen bir öğreti belki de. İlkokuldaki arkadaşlıklarımda bile önemli olan tek şey samimiyetti benim için. O çocuk dünyamı olduğu gibi açmak, ve arkadaşımın da bana açması. Biz evimize bir arkadaşımız misafir geldiğinde bile olanı olduğu gibi sererdik o kişinin önüne. Yani misafir modumuz olmazdı. Ev dağınıksa dağınık kalırdı, yemek varsa çıkarırdık, yoksa birlikte yapardık. Evde bir eksiklik veya yoksulluk varsa bunu da saklamaya çalışmazdık. Hatta kardeşler arasında laf dalaşına da ara vermezdik misafirimizin yanında. Şimdi düşünüyorum da aileden geliyor, evet. Kimileri anneden, kimileri babadan, kimileri ikisinden de. Şimdi düşünüyorum da bizi hayatın birçok zorluğuna karşı çok iyi hazırlarken ilişkilerin zorluğuna hiç

2 Eylül 2020

Resim
  Garip bir boşluktayım. Yazmak istiyorum ama ne hakkında yazayım, nereden başlayayım veya nereden devam edeyim bilemiyorum. Ağustos kitap yazma ayı bitti. Kaç kelime yazdığımı saymadım bile çünkü çok az yazdığımı biliyorum. Yazmadığım günler çok oldu. Tahminim 10-15 bin kelime arası yazmışımdır. Günlük gibi yazmam lazım şu anda. Ondan sonra ne yazılacaksa kendini yazdırır diye düşünüyorum. Bugün 2 Eylül Çarşamba. Tatil bitti, Ankara’ya eve döndük. Genelde Ankara’yı özlemiş olurdum ama bu defa hiç özlememişim. Çok ikiyüzlüce ve bir o kadar da doğal geliyor aslında, memlekete gittiğimde Ankara’yı özlüyorum, çünkü buradaki hayatı Gaziantep’tekinden daha çok seviyorum. İstanbul’a gittiğimde de Ankara’yı özlüyorum bazen. Oranın da kalabalığı çok bunaltıcı geliyor çünkü. Ama Ege’ye tatile gittiğim zaman özlemiyorum burayı. Döndüğümde daha yavan geliyor Ankara. Bu defa da öyle oldu. Hatta neden burada yaşıyorum diye sorup duruyorum içten içe. Buraya daha fazla yerleşmekten korkmaya başladı

ŞAŞIFELEK ÇIKMAZI

Resim
Yazları canım eski dizileri çekiyor. Şimdi düşündüm neden yazları diye, biz kışın pek televizyon izlemezdik "eskiden" de o yüzden. Kışın okula giderdik, dersaneye giderdik,evde olunca da ders çalışırdık. Yazın evde otururduk ve televizyonda kısmetimize ne çıkarsa izlerdik. Geçen yaz ortaokul yıllarımın efsane dizisi Kara Melek'i izledim. Bir de bizim doğduğumuz yıllarda gösterilen Kartallar Yüksek Uçar dizisini ki efsaneydi bence. Senaryosunu Atilla İlhan'ın yazdığı, başrolünü Sadri Alışık'ın oynadığı bir dizi, daha fazla söze gerek yok.       Bu ayın başında hastalıktan eve tıkılıp kalınca o günlere döndüm yine. Küçücük evde, yaz günü sıcak havada tıkılıp kalarak geçirdiğimiz günleri, ayları düşündüm. Yapılacak çok az şeyin olduğu, sadece hayal kurmanın ve kral tv izlemenin sınırsız olduğu o günleri hatırladıkça içim daha da sıkıldı. Hatta bir iki defa yazarak o sıkıntıyı atmaya çalıştım ama hastalığın da etkisiyle çok bunaltıcı ve ağır duygulara girdiğim

90'lar ve Biz

Resim
    90’lar vardı. Çocuk ve genç olduğumuz. Olanaklarımızın bit kadar olduğu. Hayallerimizin sınırını bilmediğimiz. Minnacık evlerde, loş odalarda yaşadığımız. Kimi zaman yalnız, kimi zaman kalabalık. Ne zor, ne neşeli, ne hayhuylu zamanlardı. Ama yavaş akıyordu zaman. İnsan bekliyordu,bekliyordu… Sabretmek zorunluluktu. Telefon beklenirdi. Telefonun cevaplanması beklenirdi. Telsiz telefondu hayalim. Ahizeyi alıp odada konuşabilmek için. Telefonun üzerinde babaannemin gözleri. Normalde pek duymayan kulağının kısık sesle yapılan telefon konuşmalarını muntazaman duyması! O zaman ne sinir bozucuydu. Bir telefon bekleyerek günler geceler geçerdi. Ya uygun olmayan bir zamanda gelirse o telefon? Gece geç vakit, herkes evdeyken, belki misafir varken. Ya dışarıdayken gelirse? Ya başkası açarsa? Genelde ne olurdu biliyor musunuz? O telefon hiç gelmezdi.. Bir çocuk vardı,ona aşıktım. İmgesine mi, gölgesine mi? Kendi içimdeki aşka mı? Bilmem. O sokaktan geçecek diye kıyısından sokağı gören

NORMAL HAYATIMIZ NE KADAR NORMALMİŞ!

Normal hayatımız ne kadar normalmiş. Yıllarca o normali normal olduğunu bilmeden yaşamışız. 2020 yılı bize bütün ezberlerimizi bozdurdu. Hayat ne kadar farklı ve ağır aksak akıyor. Sanki kendi yolunu bir şekilde bulup akacak gibiydi ama olmadı bence. Hayat rayından fazlaca çıktı ve engebeli arazide yol almaya çalışıyor. Herkes şaşkın. Kimse nasıl devam edileceğini bilmiyor. Mart ayında başlayan evde kalma dönemi haziran başında sona erince ve günlük hayata devam etmeye başlayınca sanki salgın geride bırakılmış gibi gelmişti. Hatta "bu kadar çabuk muydu yahu?" diye afallamıştık. Bu kadar çabuk değilmiş. Aylarca kapalı olan mekanlar açıldı, işyerlerinde tam zamanlı çalışmaya dönüldü ama hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Erkek kardeşimin düğünü zorunlu olarak ertelendi mesela, nikah yapıldı şimdilik. Nikah salonuna sadece aileler olarak kontrolden geçerek girdik, salonda muhafız gibi güvenlik görevlilerinin talimat ve gözetimleri doğrultusunda araya boş koltuklar ve sıralar bıra

Düşlemek mi yaşamak mı?

Resim
Yaşamak artık düşlemek veya düşlemek artık yaşamak. Sanal dünyanın olanakları bu iki edimi birbirine eşitledi. Aylardır evde oturuyoruz ama hafızamız, hayal gücümüz, zihnimiz elimizdeki ekranların bize açtığı sonsuz pencerelerde geziniyor. Hayatı bir manzaraya bakar gibi izliyoruz. Kafamızda canlandırarak başka bir deyişle düşleyerek yaşamış sayıyoruz kendimizi. Gerçekten yaşadıklarımızı da çoğumuz başkalarının düşlerine malzeme yapıyoruz. Güzel bir şey gördüğümüzde, yaptığımızda, aldığımızda, yediğimizde ve dahi içtiğimizde bunu hemen paylaşma ve gösterme ihtiyacı duyuyoruz. Instagram, Twitter ve Facebookta paylaşmadıklarımızı da yakınlarımızla olan Whatsapp gruplarında paylaşıyoruz. Bakılsın, görülsün, beğenilsin istiyoruz. Takip eden herkesin kafasında yaşamlarımıza dair bir takım varsayımlar oluşuyor. Filtreli parçaları kurgu marifetiyle birleştirip bütünler oluşturuyoruz biz de başka hayatlara dair. Böylece bizim hayatımız başkasının düşlemini oluşturuyor. Mesela kendi instagram
LEYLA Uzun boylu, iri yapılı bir kadındı Leyla. O sabah mutfağa girdiğinde üzerinde evde giydiği beyaz sabahlığı onu daha da uzun gösteriyordu. Saçlarını tepeden siyah tokasıyla toplamış, asla ihmal etmediği turuncu rujunu sürmüştü. Pencereyi açarken dışarıdan içeri gelen esinti yaz aylarında vazgeçemediği portakal çiçeği kokulu parfümünü duyurdu ona. Kokudan hoşnut derin bir nefes aldı. Bugün çok mutluydu.Bir elinde konuştuğu telefonu tutarken buzdolabından tezgaha, tezgahtan masanın üzerine süzülerek bir şeyler alıp bırakıyordu. Onu izleyen birisi binlerce kez aynı eşyalar arasında aynı hareketleri yaptığına emin olabilirdi. Aklı telefonda konuştuğu şeylerde, beyaz sabahlığın kolları martı kanatları gibi açılıp kapanıyordu iş yaparken. Telefonu kapatınca ellerini beline koydu, bir an boşlukta durdu, ocakta kaynayan çaydanlığın sesini duydu. Çay kavanozuna doğru hamle yaparken "Of, yapacak çok iş var" diye söylendi. Çayı demlerken hafiften içi sıkıldı. Mutfak dolabına uz

6 Dakika Yazıları

'ŞAHİDİYİM' Şahidiyim çok ilginç zamanların. Tarihin, dünyanın, insanlığın kırılma noktalarının şahidiyim. Tarihe tanıklık etmek deniyor ya, sürekli tarihe tanıklık ediyoruz işte. Bir yandan yoruluyorum dehşete düşmekten, diğer yandan bağımlısı oluyorum. Dünyanın sonuna mı gelindi hakikaten? Kıyamet koparken din kitaplarında anlatıldığı gibi değil de böyle mi oluyor? Post-modern kıyamet! Gerçi salgından bütün insanlar kırılsa bile dünyanın yerle bir olacağı anlamına gelmiyor bu. İnsan olarak kibrimiz boyumuzu o kadar aşıyor ki sadece insan türünü tehdit eden bir durumun dünyanın sonu olmasından korkuyoruz. Senin sonun belki ama dünyanın niye sonu olsun? Belki de dünya insansız güzel günlerin, yılların ya da çağların eşiğinde şu anda. Kim bilir? Dünyayı insansız düşünmeye çalışalım mı insan aklımızla? Nasıl olurdu? Ağaçlar, denizler, akarsular, dağlar, taşlar, hayvanlar bir yol nefes alırdı bizsiz. Oh be! 'HİÇ UNUTMAM!' Hiç unutmam yaşadığım bazı anları, bazı günleri

ACI!

Belki de merhemi yazmaktır şu anki yaranın. Anlamsızlık ne ağır bir bunaltı. Yazarken belki anlam bulur gibi olurum. Ölümün olduğu bir dünyada yaşam ne kadar anlamlı olabilir ki? Yaşamak bu kadar zorken ölmek nasıl böyle kolay? Sadece senin canından koparıp ömründen vererek var ettiğin çocuğu başkası nasıl öldürebilir ki?  Dün yine günlük basit konularla geçmişti günüm. İş yerindeydim, biraz çalıştım, biraz yazı yazdım,akşam dil kursuna gittim. Eve döndüm, biraz dinlenmek üzere oturduğumda Whatsapp grubuna mesaj düştü. Suriye'de hava saldırısı var,çok sayıda ölü ve yaralı var diye. Doğrulanmamıştı henüz ama gerçek olduğunu anlamıştık geçmiş tecrübelerimizden. Haber alınabilecek kaynaklara bakarken internet yavaşladı, sosyal paylaşım sitelerine girilmedi, girilse de güncellenmedi. Mecburen televizyonda şansımı denedim. Normal kanalların (neresi normalse o kanalların) dünyadan haberi yok. Var da yok. Diziler oynuyor. Bazılarında kandil özel yayını var. Haber kanallarında gerçekte