Düşlemek mi yaşamak mı?


Yaşamak artık düşlemek veya düşlemek artık yaşamak. Sanal dünyanın olanakları bu iki edimi birbirine eşitledi. Aylardır evde oturuyoruz ama hafızamız, hayal gücümüz, zihnimiz elimizdeki ekranların bize açtığı sonsuz pencerelerde geziniyor. Hayatı bir manzaraya bakar gibi izliyoruz. Kafamızda canlandırarak başka bir deyişle düşleyerek yaşamış sayıyoruz kendimizi. Gerçekten yaşadıklarımızı da çoğumuz başkalarının düşlerine malzeme yapıyoruz. Güzel bir şey gördüğümüzde, yaptığımızda, aldığımızda, yediğimizde ve dahi içtiğimizde bunu hemen paylaşma ve gösterme ihtiyacı duyuyoruz. Instagram, Twitter ve Facebookta paylaşmadıklarımızı da yakınlarımızla olan Whatsapp gruplarında paylaşıyoruz. Bakılsın, görülsün, beğenilsin istiyoruz. Takip eden herkesin kafasında yaşamlarımıza dair bir takım varsayımlar oluşuyor. Filtreli parçaları kurgu marifetiyle birleştirip bütünler oluşturuyoruz biz de başka hayatlara dair. Böylece bizim hayatımız başkasının düşlemini oluşturuyor. Mesela kendi instagram sayfama bakıyorum ara sıra ve “Ne güzel hayatım varmış yahu” diyorum. Kendi yazdığım senaryoya kendim inanıyorum. Aslında ben bunu biraz farkında olarak yapıyorum. Hayatın sürekli olarak mutluluk ve güzellikle akmadığını kabullendiğimden beri güzel anlar koleksiyonu yapmak hoşuma gidiyor. Mutlu, keyifli veya doyumlu anıları da güzel kareler marifetiyle yakalayıp topluyorum.
Güzel bir manzaraya baktığımda şunu düşünürüm, oraya bakmak mı orada olmak mı? Sanırım güzel manzarayı güzel yapan şey orada olma hayalidir. Veya oraya dair hayal ettiğimiz şeyler. Aylardır şehirden çıkma yasağı vardı. Bu hafta sonu yasak kalktı. Kendimi yollara vurmayı özlemişim. Koca bir bahar geldi geçti, ben çiçeklenen ağaçlara, yeşillenen çayırlara, dağlara, cam gibi mavi gökyüzündeki köpük köpük bulutlara bakarak yolculuk yapmamışım. Dün sabah yataktan, arabaya atlayıp şehirden çıkmaya niyet ederek çıktım. Kahvaltımı yaptım, üstüme yolda rahat edeceğim günlük kıyafetlerimi giydim, çantama yalnız kalmamanın teminatı olarak iki kitap bir defter koydum ve yola çıktım. Özlediğim yollar ve manzaralar için Ankara’dan hayli uzaklaşmam lazım, bunu biliyorum ama daha önce hiç tek başıma şehir dışına çıkmamışım arabayla. Bunun tedirginliği kısa sürede heyecanımı tetikleyen şey oldu ve yarım saat kadar araba sürdükten sonra nihayet Ankara’dan çıkabildim. Büyük şehirler kendisini arkasında bırakmak isteyen insanları kovalıyor adeta, kaçmaya çalışan hızlandıkça şehir de hızla koşuyor peşinden ve insanın yakasını arkasından kavrıyor, bir süre yavaşlayıp takılıyor insan ama son bir gayretle şehri yakasından düşürüp kaçıyor. Yola ilk çıktığım zamanın gerginliği geçince ve Ankara’nın kurak ve çorak topraklarından uzaklaşınca yeşilden sarıya dönmekte olan tarlalarla buluştu gözlerim. Hepsinin üstünde mavi gök, beyaz bulutlar taç olmuş süslüyor. Yol kenarında yamaçta bir kasaba gördüm, orada olma merakıma yenildim ve sapaktan dönüp içine girmeye karar verdim. Kasabanın içinde ne kadar yol aldıysam da dışarıdan gördüğüm güzel manzarayı bulamadım içeride. Biraz hayal kırıklığı biraz da “yoldan geçip giderken çok şey kaçırmamış olmanın” gönül rahatlığıyla çıktım ve yoluma devam ettim. Ana yol üzerinden girişini bulabildiğim ikinci kasabada da şansımı denedim, sonuç yine aynı oldu. Oradan dönüşte içinde birkaç ağacın ve mor çiçeklerin olduğu yeşil bir tarlanın kenarında indim arabadan. İnince nohut olduğunu fark ettiğim ekinlere basmamaya çalışarak ağaçlara kadar yürüdüm. İşte orada olmak dışarıdan bakmak kadar güzeldi. Aşağıda mor çiçekleri, yukarıda yeşil dalları çerçeve yapıp sarıya dönmüş tarlaların fotoğrafını çektim. Hah, şimdi değdi işte geldiğime! O tarladan birkaç fotoğraf aşırmanın neşesiyle arabaya binip, yola devam ettim. Yolda çok sıkılmazsam veya caymazsam kafamdaki hedef Kırşehir’di. İlk durak Neşet Ertaş olacaktı. Mezarlık girişinde sadece bozkırda yaşamış insanların tanıdığı “bozkır sıcağının sesi” karşıladı beni. İçeriye girince mezarların üzerine dikilmiş güllere öttüğünü düşündüğüm kuşların sesi eşlik etti bana. Şehre bakan bir tepenin yamacında yatıyor Neşet Baba. Önce biraz karşısında durup siyah granit mezar taşına lazerle işlenmiş resmine baktım, yatağının üzerindeki sarı-turuncu çiçekleri sevdim. Sonra onun baktığı tarafa geçip başucuna oturdum, onunla birlikte bu küçük orta Anadolu şehrine baktım. İnsana dair bütün fani meselelerin son bulduğu o yerde Neşet Baba’nın da garibanlığının son bulduğunu hissettim. Ya da öyle umdum çünkü onun hayatında ve ozanlığında bana en çok dokunan şey mahlasını “garip” seçecek kadar kırılgan ve bir “yere” ait olmayışıdır. Yıllar süren gurbetlikten sonra nihayet o şehre hakim tepeye köklendiğini gördüm. “Ne kadar sevildiğini biliyorsun değil mi?” dedim, “Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez” dedi. Ne gariptir ki insan kendisini hiç tanımamış birinin mezarı başında yalnız olmadığını hissedebiliyor. Bir süre dertleştikten sonra rahatlamış olarak ayrıldım ve şehre indim. Bazı şeylere sadece dışarıdan bakıp bazılarının içine girerek birkaç saat geçirdim şehirde. Cacabey Medresesi’ne dışarıdan bakarak küçük bir kebapçıda yemek yedim. Büyük şehir insanlarına mütevazı gelecek mağaza vitrinlerine ve dükkanlara çekingen bakışlar atarak çarşıda dolaştım. Şehrin ortasındaki büyük parkın içine girdim, bir boy gidip geldim. Yakın zamanda restore edilen medresenin avlusundan geçtim. Dönüşte çarşının ortasındaki küçük meydancıkta bir ağaç altında küçük bir masaya oturdum. “Sevgi Çay Ocağı” nın küçük çaycısına bir büyük çay ısmarladım. Çarşıda, çay bahçelerinde veya dükkan önlerinde oturan insanları görünce aklıma Kırşehirli yazar İmdat Avşar’ın öyküleri, karakterleri ve mekanları geldi. Eski bir tanıdığı görmüş gibi hissettim. Çayımı içerken vakit ikindiyi epey geçmişti, karanlık olmadan yola çıkmak istiyordum ama yanıma aldığım kitaplara da ayıp olmasın diye Murathan Mungan’ın Paranın Cinleri kitabını çıkarıp üç beş sayfa okudum. Murathan Mungan da ayrı bir dost oldu bana. İlk defa okuyorum ama onunla da gönülden bir bağ kurdum okurken. Annesinin annesi olmadığını öğrendim orada. Ah be! Çayım bitince Murathan Mungan’ın kitabını, Neşet Ertaş’ın türkülerini, İmdat Avşar’ın öykülerini çantama doldurup yola koyuldum. Gün batımının kızıl ışıklarının aydınlattığı yeşil-sarı tarlaların arasında kıvrılarak yol gitmeyi öyle özlemişim ki içim aynı anda hem coşku hem huzur doldu. Sonrası akşamın karanlığı, arabaların, kamyonların ve tırların farları ve günün yorgunluğu.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KAÇAN KOVALANIR

2022, Ben geldim!

"Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir İnsanı Sevmekle Başlayacak Herşey"