90'lar ve Biz


    90’lar vardı. Çocuk ve genç olduğumuz. Olanaklarımızın bit kadar olduğu. Hayallerimizin sınırını bilmediğimiz. Minnacık evlerde, loş odalarda yaşadığımız. Kimi zaman yalnız, kimi zaman kalabalık. Ne zor, ne neşeli, ne hayhuylu zamanlardı. Ama yavaş akıyordu zaman. İnsan bekliyordu,bekliyordu… Sabretmek zorunluluktu. Telefon beklenirdi. Telefonun cevaplanması beklenirdi. Telsiz telefondu hayalim. Ahizeyi alıp odada konuşabilmek için. Telefonun üzerinde babaannemin gözleri. Normalde pek duymayan kulağının kısık sesle yapılan telefon konuşmalarını muntazaman duyması! O zaman ne sinir bozucuydu. Bir telefon bekleyerek günler geceler geçerdi. Ya uygun olmayan bir zamanda gelirse o telefon? Gece geç vakit, herkes evdeyken, belki misafir varken. Ya dışarıdayken gelirse? Ya başkası açarsa? Genelde ne olurdu biliyor musunuz? O telefon hiç gelmezdi.. Bir çocuk vardı,ona aşıktım. İmgesine mi, gölgesine mi? Kendi içimdeki aşka mı? Bilmem. O sokaktan geçecek diye kıyısından sokağı gören balkonda nöbet tutardım. Geçen biri o mu, değil mi deli olurdum. Ne arardı, ne de sokaktan geçerdi.
     Hava çok sıcak olurdu. Ev çok sıcak olurdu. Sıcak, sıkıcı, kısıtlayıcı. Sevinçler seyrek. Tv de “kral tv” kanalı vardı. Orada çıkan şarkılar, klipler herkesin gündeminde olurdu. Evden dışarı çıkabilmek için gerçekten “sebep” gerekirdi. Hem de “can sıkıntısı”, “bir dolaşıp gelmek”, “biraz hava almak” sahiplerimiz tarafından mazeret kabul edilmezdi. Oldu da çıktın mı dışarı? Döneceğin zaman belli olmalıydı. Öyle çok da geç kalamazsın. Dışarıda yapabileceklerin hakkında konuşmak ister misin? Neredeyse hiç! Bil bakalım neden? Cebindeki para –eğer varsa-  bir çay bahçesinde veya (o zamanlar yeni moda olmaya başlayan) bir cafede oturup bir bardak bir şey içmeye zar zor yeterdi de o yüzden. 
Dışarı çıkabildiysen (sıcak hava da çok büyük engeldi) yokuşu indin mi Ordu Caddesindesin. Dön sağa (genelde istikamet öyle olurdu) Antep Lisesinin sarmaşıklı taş duvarını görürsün. Önünden dümdüz devam et. Kırkayak Parkı civarında çikolatacı var. Yanlış hatırlamıyorsam “sagra”. Oradan “metro” çikolata alıp ye afiyetle. Oraya çok yakın bir bijuteri var. Pek genç olmayan bir anne-kız işletiyor. Girince çok oyalanamazsın içeride, biraz da pahalı gibiydi. Aydınlık ve tertemiz bir dükkandı. Yoksa adı parfümeri miydi? Biraz zorlasam adını da çıkaracağım. Orayı da geçince Yeşilsu civarında bir bijuteri daha vardı. Küçük ve içinde çok eşya olan bir dükkan. Oradan bir şeyler almak daha mümkündü bizim için. Birkaç tokam vardı oradan alınmış. Severdik o dükkanlarda oyalanmayı. Yine az ileride gümüşçüler vardı. Bizim için büyülü dükkanlar. Tabii ki en eski ve büyük olan “Akik Gümüş”. Oranın vitrinine muhakkak bakılırdı. Bazen de içeri girer, ufak tefek şeylerin fiyatını sorar, hoşumuza giden ve paramızın yettiğini alırdık. İnce zincir bileklikler, küçük halka küpeler. Çok severdik, çok. Deri ipler sarardık bir de bileklerimize.”sırım”. Kolumuzda ne kadar çok olursa o kadar sevinirdik. Sevdiğimiz şeylere ulaşmamız çok sınırlıydı ama yaşama sevincimiz boldu. Kardeşliğimiz, arkadaşlığımız çoktu. Kardeşler arası kavga da ne çoktu! Evde hırgür hiç bitmezdi. Kimse bilmezdi günü geldiğinde can ciğer olacağımızı.
    Kuzenlerimiz vardı; birinci, ikinci, üçüncü dereceden. Bizim için akrabalık derecesi fark etmezdi. Kafamızın tuttuğunu biz de bizde tutardık. Evet evet, bizim evde tutardık. Babam bizi kimsenin evine bırakmazdı. Annemin bize en büyük ihsanı ve lütfu iyi anlaştığımız akraba kızlarını bize çağırmak, geldi mi bırakmamak olurdu. Sağ olsunlar, onların aileleri bizimkilerden daha alçakgönüllülerdi. Genelde annemin ricasını ve bizi kırmaz, kızlarını bırakırlardı. Çocukluğumuzdan itibaren Emel, Yelda, Remziye, Safiye bizi yalnız bırakmazdı. Yelda ve Remziye müdavimlerimizdi zaten. O sıkıcı ve sıcak yaz aylarının neredeyse tamamını bizle geçirdiği olurdu Yelda'nın. Bütün gün televizyon izleyip, oje sürüp karpuz yiyerek akşam olmasını havanın biraz olsun serinlemesini beklerdik. Akşamüzeri babaannemi kıvama getirip biz yürüyüşe çıkardık. Çünkü babaannem evden her çıktığımızda ya kaçacağımızı ya da kaçıralacağımızı düşünürdü. Yürüdüğümüz yer gidiş dönüş iki kilometre falandır. Bazen de kardeşleri de alıp Ordu Caddesine iner, dondurmacıya giderdik. Akşam serinliğinde ağır ağır yürüyerek dönerdik eve. Çok dar bir alanda yaşadığımızı bilirdik. Hayatımızın günün birinde değişeceğini de bilirdik aslında, çünkü derslerimiz çok iyiydi, "gelecek vaadediyorduk". Fakat vaadettiğimiz geleceğe dair hiçbir fikrimiz yoktu. Dünyanın geri kalanının neye benzediğini bilmiyorduk. O evden çıkacağımızı, dünyamızı genişleteceğimizi biliyorduk ama ne kadar uzaklaşabileceğimizi bilmiyorduk. O günleri iç sıkıntısıyla, bazen hüzünle hatırlarım genelde. O zamanların olanaksızlığıyla canım sıkılır, sıkıntısıyla içim sıkılır. Ama yukarıda saydığım ekiple şimdi WhatsApp grubumuz var (adı 90'lar), oradan konuşuyoruz. Kızlar çok güzel hatırlıyorlar. İyi ki o günleri yaşamışız diyorlar, hayatımızın en güzel günleriydi diyorlar. Şimdilerde benim de bakış açım daha doğrusu duygum değişti. Sebebi bir sonraki yazıda.

*Bu yazının ilk iki paragrafını tam bir yıl önce yazmıştım. Bir sonraki yazıyı bütünlemesi için son paragrafı ekleyerek paylaşıyorum.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

KAÇAN KOVALANIR

2022, Ben geldim!

"Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir İnsanı Sevmekle Başlayacak Herşey"