Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

PINAR KÜR- SADIK BEY

       Dün sevgili Pınar Kür'ün son kitabı olan Sadık Bey i okudum. Pınar Kür benim en sevdiğim yazardır. Nedenini bilemiyorum ama bana tarifsiz şekilde haz veriyor onu okumak. Son kitabını en sona saklamıştım okumak için, dün evden çıkarken son anda dönüp kitaplıktan alıp çantama attım. Serviste başladım okumaya. Çok susayıp da koca bir bardak su içersin ya kana kana, öyle bir doyum aldım başlayınca. İş yerinde öğle arası devam ettim ve akşam eve dönerken trafikten istifade serviste bitirdim.        Aklımdaki tadını unutmadan bir şeyler yazayım istedim hakkında. Sadık Bey, büyük bir şirkette orta düzey yönetici olarak çalışan ellisini biraz geçmiş bir beyefendi. Onun yaşadığı birkaç gün üzerinden kendiyle hesaplaşmasını ve bugününü sorgulamasını okuyoruz kitapta. Sıradan sayılabilecek bir ofis gününün tarifiyle başlıyor anlatı. Karakter orta yaşlı bir bey, yazar da yaşını almış bir kadın olmasına rağmen günümüz ofis trendini herkesin bildiği ama hiç kimsenin konuşmadığı detaylar

NEREDE KALMIŞTIK?

       Tam 3 ay önce sezon finali yapmışım, ekranlara dönme zamanı geldi artık. Kafamda dönen bir soruyla başlamak istiyorum, 'insan neden ve nasıl yazar?' Okunmak için yazarsa iç dünyasını nasıl serer kağıda veya ekrana? Okunmamak üzere yazarsa ne anlamı olur? vb sorular. Yazma isteğim depreşiyor zaman zaman, ama neyi nasıl nereye yazacağımı kestiremiyorum. Sanırım üşengeçlik etmeden yeterince yazarak insan yolunu bulabilir. O zaman başlayalım bir yerden, öyle değil mi?        Bugün bitirdiğim kitap üzerine bir kaç satır yazmadan yeni bir kitabın kapağını aralamak ve yeni bir dünyaya girmek istemedim. Doğum günümde bir arkadaşım bana Ece Temelkuran'ın 'Ağrı'nın Derinliği' isimli kitabını hediye etmişti. Normalde kitapçıdan gidip seçeceğim bir kitap değildi ama Ece Temelkuran'ın kalemine eski bir aşinalığım vardı, okuyabilirdim. Olmasaydı da bana hediye edilen bir kitabı okurdum, o da ayrı. Üniversite yıllarında Milliyet gazetesi okurdum, o zamanlar Ece Tem

SEZON FİNALİ!

Televizyon dizileri bu hafta sezon finali yaptı sanırım. Ben de ondan hareketle sezon finali moduna girdim bugün. Akşam tatile çıkıyoruz. Yıllar sonra ilk defa yaz başında tatil yapacağım sanırım. En son 2006 yılında Haziran ayında tatil yapmıştım. Evi ve kendimi toparlamaya çalışıyorum. Yılın yarısı geçti. Geçti de, nelerle geçti? Hiç girmeyeceğim. Koca kış boyunca yaşananları burada bırakıp uzaklaşmak istiyorum. Tebdil-i mekanda ferahlık var mı yok mu ona bakıp geleceğim. Yaz tatili ve bayram tatilini uç uca ekledim. Yeterince uzun olacak kafayı dağıtıp yeniden toplamak için. Giderken şunu biliyor ve söylüyorum, bu hayatta hiçbir şey sebepsiz yaşanmıyor. Bunu kabul etmek çoğu zaman zor ama kabul etmeyince daha fazla yıpranıyoruz. Herhangi bir şeyi boşuna yaşamış olmak kadar anlamsızlığa ve yazıklanmaya götürmüyor başka şeyler. Yaşananlara anlam vermek ve öğrenmek benim için çok kıymetli. Bu sene de çokça fırtınalardan ve derin sulardan geçerek kendime dair yeni şeyler öğrendim. En ön

HUZURSUZLUK

Çok sevdiğim Livaneli'nin kitabından bahsedeceğim. Benim içimdeki huzursuzlukla ilgisi yok yani konunun. En son "Kardeşimin Hikayesi" kitabını okumuştum. Ondan önce "Serenad". Ama en sevdiğim kitabı, aklımda kaldığı kadarıyla "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" dür. Huzursuzluk kitabını sevdiğim için değil sevmediğim için yazacağım. Neden yazmış ki böyle? Yazacağım şeylerim hiç bir edebi ya da kalıcı değeri yok tabi. Sıradan bir okur olarak notlar. Arka kapağı alıntılıyorum aşağıda, konuyu anlatmaya üşendim çünkü: Merhamet zulmün merhemi olamaz! İstanbul’un kargaşası içinde sıradan bir yaşam süren İbrahim, çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölüm haberi üzerine doğduğu kadim kent Mardin’e gider. Onun, önce sevdaya sonra ölüme yazılmış, Mardin’de başlayıp Amerika’da sona ermiş hayatını araştırmaya koyulur. Böylece âdeta bir girdabın içine çekilir, tutkuyla ve hırsla gizemli bir kadının peşine düşer. Harese nedir, bilir misin? Develerin çölde çok sevdiği bir diken

YÜREĞE DOKUNAN KİTAPLAR 1

Bir önceki yazımda başucu kitapları diye bir başlık açmış, ilk kitabın bile hakkını veremeden yorulup yazıyı noktalamıştım. Dün gece yeni bir kitap bitirdim ve onun hakkında birşeyler yazmak istedim, baktım başucu kitapları kategorisine sığmıyor ben de yeni bir başlık açayım dedim. İyi de oldu bence. Sevgili Kafka'nın sevgili Milena'sına yazdığı mektupların yer aldığı 'Milena'ya Mektuplar' ı okudum. Kitabın tahminen üçte birini anlamadığım halde genel olarak bende derin bir his ve sevgi bıraktı. Kitapta sadece Kafka'nın yazdığı mektuplar yer aldığı için bazı bölümlerin neye veya hangi olaya istinaden yazıldığı anlaşılmıyor. Bazı yerlerde bundan kaynaklı anlam kopmaları yaşadım. Yalnızca kitabın sonunda Milena'nın Kafka'nın en yakın dostu Max Brod'a yazmış olduğu mektupları okuyunca biraz daha tatmin oldum. En azından onun nasıl bir kadın olduğuna ve Franz'a duyduğu sevgiye dair bazı satırlar okumuş oldum. Milena'nın mektuplarının verdiği en d

BAŞUCU KİTAPLARI-1

Uzun zamandır çılgın gibi okuyorum. Ama bu defa kaçma, sayfaların kuytuluklarına saklanma okuması değil. Ders çalışır gibi okumak. Kendimle ve insanla ve insan ilişkileriyle ilgili o kadar çok şey var ki bilmediğim ve öğrenmek istediğim. Elimden geldiğince isabetli okumalar yaparak sorularıma cevap bulmaya çalışıyorum. Bazı sorular cevaplanırken bilgi denen sonsuzluğun kapılarının aralanmasıyla kafama yeni soru işaretleri doluşuyor. Son zamanlarda başucu kitabı denilecek türden kitaplar okudum. Bana çok iyi gelen şeyler buldum. Ancak ne var ki çok çabuk unutuyorum okuduğum kitapları. Acaba kendime bir iyilik etsem de bazı notlar mı alsam diye düşünmeye başladım. Ne de olsa artık kişisel bilgisayarım da var. 2017 ye girdiğimizden beri bu listeye girebilecek kitaplarım şöyle; Alain de Botton- Aşk Dersleri Jeanette Winterson- Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın Marshall Rosenberg- Şiddetsiz İletişim Prof. Dr. Cengiz Güleç- Aşkın Son Sözü Son sıraya yazdığım kitap henüz bitmedi.

1 Ocak 2017

       2017!        Zamanda bölünme, tasnif edilme, kırılma... Keşke takvim yapraklarıyla olsaydı, ama değil. Değil işte! Öyle olsaydı bu günün ilk saatlerinde kalbimizden milyonuncu kez vurulmaz, kaleşnikof denen lanet makinayla insanlığımız, düşlerimiz, umutlarımız, dünümüz, bugünümüz, yarınlarımız taranmazdı. Bu nasıl bir dünya? Bir yanımız bilgisayarda ağıt yakacak kadar naif, diğer yanımız yaşama kıyacak kadar hain! Onlara "diğer yanımız" derken bile tüylerim ürperiyor, klavyede parmaklarım titriyor. Fakat ne ki, tarihin aynı sayfalarında yer alacağız. Onların zulmü satırlara yazılacak, bizim naif sessizliğimiz görünmeyecek. Ama biz bunları yaşamamış sayılmayacağız.        Eğer blogumu takip eden dostlar varsa, bağışlasın. Benzer şeyleri kaçıncı kez yazmakta olduğumu bilmiyorum. Ama elimden gelen tek şey yazmak. Bu zehri bir kaç damla da olsa akıtmak zorunluluğu... Hani bazen de bir iyimserlik geliyor, bu kabus biterse olan biteni unutmayayım diye düşünüyorum. Başka