Sekreter

“Şevki Bey, Adalı Gayrimenkul’den Ahmet Bey geldiler, müsait olmadığınızı söyledim ama muhakkak sizi görmek istiyorlar.”

“ Nihal, müsait değilim ve bugün kimseyle görüşecek vaktim yok! Kaç kere söylemek lazım yahu? Müsait değilim!”

    Nihal yüzüne kapanan telefonun sesiyle ağır bir tokat yemiş gibi oldu. Sağ yanağı kızardı, kulakları ateş gibi yandı. Kafasını kaldırıp misafir koltuğunda oturan Ahmet Bey ile göz göze geldi, adamın yüzündeki sıkıntılı mahcubiyetten telefondaki sesi duyduğunu anladı.

“Ahmet Bey kusura bakmayın, Şevki Bey…”

“Tamam tamam Nihal Hanım, ben daha sonra uğrarım. İyi günler.”

    Nihal, kapanan kapının sesiyle gözlerini masaya indirdi. Sol tarafında neredeyse yığın halinde patronun incelemesini bekleyen dosyalar, zarflar, tam karşısında emektar bilgisayarı ve yılların alışkanlığı F klavyesi, bilgisayarın yöresinde mavi zımbası, küçük kutu içinde tek renk ataçları, üzerinde Mostar Köprüsü kabartmalı Bosna hatırası kalemliği, kenarları telefonla konuşurken şuursuzca karalanmış masaüstü ajandası, her sene aynı müşteriden gelen eşantiyon takvimi ve sağ eline en yakın yerde patronun az önce sanki kafasına indirdiği telefonu, hepsi birden Nihal’in etrafında dönmeye başladı. Aralık duran pencereden gelen araba, korna ve insan sesleri de uğultu olup dönen eşyalara karıştı. Kafasını kaldırdı, duvardaki reprodüksiyon tablo, işe başladığından beri aynı yerde asılı ahşap duvar saati, sağ yanında gözlüklerinin üzerinden ne yaptığını izliyormuş gibi dikilip duran metal evrak dolabı, karşısında siyah suni deri kaplamalı bekleme koltukları, koltukların arasındaki cilalı ahşap sehpa, altındaki tozlu el halısı, hepsi dönüyordu.

    Ayağa kalktı, kesonun üzerindeki çantasını ve portmantodaki trençkotunu aldığı gibi ofisten çıktı. Ferforje kafesin içinde seksen yıldır bir aşağı bir yukarı çalışan eski asansörün hangi katta olduğuna bile bakmadan merdivene yöneldi. Hareket etmesi gerekiyordu. Yoksa göğsünde hızla vuran kalbi infilak edecekti. Gözlerini basamaklardan kaldırmadan bir solukta iki katı indi. Yıllardır aynı iş hanını paylaştıkları komşularına laf anlatacak hali yoktu. Rutubet kokulu binanın ağır demir kapısını açıp dışarı çıktı.

Yüz yıllık duvarların, yapış yapış olmuş kaldırım taşlarının, asfaltın, aynı sokaktan birbirini tanımadan geçip giden insanların kokusu genzine doldu. Ne yana gideceğini hiç düşünmeden soluna döndü ve Sıraselviler’den aşağı doğru yürümeye başladı. Sokak görünümlü caddenin çok kalabalık olmayışından saatin henüz erken olduğunu anladı. Öfkesi onu zamanın dışına çıkarmıştı. Telefonun yüzüne kapatılmasının üzerinden ne kadar geçmişti acaba? Firuzağa Camii’nin önünden geçerken saatine baktı. Onu yirmi geçiyordu. Demek onun telefonlarla dosyalar arasına gömülüp kaybolduğu sabah saatlerinde dışarısı böyleydi.

Hayat sokaklarda bildiği gibi akarken Nihal yıllarını sırtı cama dönük masasında geçirmişti. Bir iki defa masayı yan çevirmeyi teklif ettiyse de Şevki Bey kapıya dönük oturması gerektiğini söyleyip reddetmişti. On sekiz yıl yönüne bile karar veremediği bir masada oturmuş, bu iş yerinin, bu adamın, bu müşterilerin kahrını çekmişti. Yaşı kırkı geçmişti, buraya yıllar önce başlayan genç kız değildi artık. Patron azarı ağırına gidiyordu, boğazında bir yumruk gibi kalıyordu. Evlenip çoluk çocuk, koca kahrı çekse bu kadar ağırına gitmezdi belki. Ama olmamıştı işte. Zamanında arkadaşlarının kendisine yakıştırdığı, beğenebileceğini düşündüğü çok kişiyle tanışmıştı.  Kimini arkadaş ortamına getirirlerdi, o zaman tanışıp konuşmak daha kolay olurdu. Bazen randevulaşıp akşam iş çıkışı İstiklal’de buluşurlardı. Kimisiyle arasında bir şey olmayacağını caddenin yarısına varmadan anlardı.  İlk buluşmayı nezaketen tamamlar sonra aramazdı. İçlerinde üç beş ay buluşup görüştüğü erkekler oldu ama hiçbirini hayatında vazgeçilmez biri olarak hayal edemedi. Aşık olan arkadaşları gibi “onsuz yaşayamam” demedi hiçbiri için ve onsuz da yaşayabileceği biriyle evlenmeyi anlamsız buldu.

Sağında İtalyan Hastanesi’nin sonbahar sarısı duvarlarını görünce biraz gevşedi. Hastanenin yeşil panjurlu dizi dizi pencereleri ile beyaz kemerlerindeki uyum ve düzen hoşuna gitti. Masasını da düzenli severdi Nihal. Kalabalık da olsa masada her şey belli bir düzen içerisinde dururdu. Şevki Bey’in çarptığı telefonun sesi kulağında yankılandı yine. Göğsünü sıkan görünmez eli yakalamak ister gibi elini yakasına götürdü, terlemişti. Bu serin havada terlemiş olmaya da sıkıldı. O sırada Tophane-i Amire binasının köşesinden sola döndü. Tarihi binanın yüksek duvarının yanından kendini olduğundan daha küçük, önemsiz ve kifayetsiz hissetti. Nasıl olmuştu da işi ve patronu hayatının orta yerine göbek taşına yatan şişman bir kadın gibi yerleşmişti?

Yıllardır sanki başka bir şey yoktu hayatında. Sabah herkesten önce gelip, akşam herkesten sonra çıkardı bürodan.  Çalışmaya başladığı ilk zamanlar akşamları işleri erken bitirip çıkmaya gayret ederdi. Çıkmazsa haftada üç dört akşam buluştuğu arkadaşları arayıp durur, telefonu bırakıp işini yapmasına fırsat vermezlerdi. Akşama doğru içini kaplayan heyecanlı kıpırtılar nereye gitmişti sahi? İlk önce Derya evlenmişti. Diğerleri çorap söküğü gibi gitmişti arkasından. Sıra ona gelince ip iri bir düğüme takılmış, çorap sökülmemişti artık.

Yıllarca gün aşırı görüştüğü, birlikte eğlendiği, alış veriş yaptığı, dertleştiği, ağladığı, güldüğü arkadaşları dünya evine girip kapıyı kapatmış, onu dışarıda yalnız bırakmışlardı. Arkadaşlıklarına zeval getirmeyeceklerine dair sözler verilmiş ama seyrekleşen buluşmalar daha çok evliler arasında olmaya başlamıştı. Ne de olsa onlar birbirinin halinden anlardı. Nihal arkadaş çevresi küçüldükçe iş yerinde daha fazla zaman geçirmeye başlamıştı. İş dışındaki zamanını da çoğunlukla yalnız başına geçiriyordu. Cumartesileri evde ve alışverişte, pazar günlerini muhakkak annesinde geçiriyordu. Gitgide hayatı sadeleşmiş, çevresi yalnızlaşmış, açılan boş alanları iş hayatı doldurmuştu. Bazen o kasvetli ofise sıkışıp kaldığını hissediyordu ama ne sıkıntısına ad koyabiliyordu ne de içinde bulunduğu sıkışıklıktan çıkacak adımı atabiliyordu. İçeride sıkılsa da kapının dışındaki dünyayla çarpışacak gücü ve isteği kendinde bulamıyordu. Yılların alışkanlık ve düzeninden bir günde vazgeçmek kolay değildi. Ama bu sabah yüzüne kapatılan telefon tepesindeki teli attırmıştı. Sanki o tarihi ve ihtişamlı iş hanının kapısı çarpılmış, o da dışarıda kalmıştı. Öfkesi göğsünden kulaklarına doğru yükseldi. O sırada çalan korna sesiyle sağına döndü, camdan kafasını çıkarmış şoförü gördü.

“Kör müsün abla, kör müsün? Kırmızı yanıyor!” diye eliyle trafik lambasını işaret ederek basıp önünden geçti Nihal’in.

Nihal, olduğu yerde kalakalmış “Kör de sensin, abla da sensin! Allah cezanı versin be! Topunuzun Allah cezasını versin. ” Diye arabanın arkasından boş yere bağırırken üç beş meraklı gözün kendisine baktığını fark etti, umursamadı bu defa.

Ne ara Kabataş’a varmıştı? Sahile doğru yürüdü, çay bahçelerinden birine oturdu. Uzun bir iç çekişle denizi karşısına aldı. Hava açık, deniz ışıl ışıldı. Eliyle işaret ederek çağırdığı garsondan çay istedi. Çantasında çalan telefonu duyunca şaşırdı, o hışımla ofisten çıkarken telefonunu almayı unutmamıştı demek. Öyle ya, onun unutmaya hakkı yoktu. Şevki Bey unutur, Nihal hatırlatırdı. Çantasından çıkardığı telefona baktı, anlaşılan patronu yokluğunu yeni fark etmişti. Meşgule aldığı telefonu tekrar çantanın içine bıraktı. İki şeker attığı çayını karıştırırken Boğaz’daki büyük beyaz yolcu gemisini gördü. İlk yudumu alırken gülümsedi.

                                                                                                                    Mayıs 2020, Ankara

              

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

2022, Ben geldim!

"Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir İnsanı Sevmekle Başlayacak Herşey"