Bahçemiz
Her mevsimi ayrı güzeldi bahçemizin. Benim güzel yeryüzü cennetim. İlkbaharın o taze, serin ve tertemiz havası, bazen hafif bulutlu, bazen pırıl pırıl güneşli gökyüzü… İki türlüsünde de bahçemiz ışıldardı. Hava bulutlanınca tüm güzelliğini açıkça göstermeyen bir tül serilir bahçenin üzerine, o buğulu hali ayrı güzeldir.
Bahçe kapısından evimize taş kaplı bir yol kıvrılarak
gider. Yolun iki kenarını kısa kesilmiş fundalar çevirir. Fundalardan sonra,
bahçenin iki yanına doğru güzelim çiçekler başlar; beyaz, pembe ve kırmızının
her tonundan güller açar. Doğduğumuz köyün kırlarına benzemez burası. Bir mevsimde
geçen papatyalar, gelincikler yoktur burada. Bahçemiz her dem yeşil, güllerimiz
yediverendir, annemin sevgisi gibi. Köyde bizi doğuran
anneninki gibi kısa bir bahar değildir.
Mor,
sarı, mavi çiçek sevmez annem, bahçede yetişmez o yüzden. Bembeyaz yüzü ve
elleriyle beyaz, pembe, kırmızı güller arasında daha güzel görünür. Güllere
kokusunu annem mi verir, o mu gülden alır kokusunu bilmezdim hiç. Bazen o
güzelim bahçemizde dolaşırken gözleri dolar, burnunun ucu kızarırdı. Sormazdım
ama bilirdim, doğmadan kaybettiği çocuklarını hayal ederdi bu bahçede. O zaman
benim de içime bizi doğurduğu halde bu kadar sevemeyen annenin sızısı düşerdi.
Çok mu zordu iki küçük yavrusunu kucağına basmak, sevmek, korumak? Yetimhanenin
penceresine yuva yapan güvercinleri izlerdim küçükken. Onlar bile yumurtalarına ve sonra da içinden
çıkan yavrularına sahip çıkarken, o bizi kimsesi olmayan iki çocuk gibi getirip
bırakmıştı buraya. Oysa güvencinler, o küçük, çelimsiz, pembe derisinin üstünde
tek tük küçük sarımsı tüyleri olan ve kafaya çok büyük gelen patlak gözleriyle
garip bir şeye benzeyen yavrularını koruyup kollar, yavruları büyüyüp tüy
çıkarıp palazlanana kadar besler, sonra da günbegün uçmayı öğreterek onları
yuvadan uçururdu.
İlkbaharda adeta neşeyle uçuşan kuşlar gibi biz de
neşeyle büyüdük bahçemizde. Gökyüzünde sürüyle ve ahenkle uçan kırlangıçlar
bahçemize insin isterdim bazı sabahlar. Onlar uçarken bahçe daha da serinlerdi
sanki. Uzun ve genişleyen dalları birbirine giren ağaçlarımıza kuşlar yuva
yapar her sene. Arka bahçede kümesimiz var. Orası ön bahçe gibi sık ağaçlarla
ve çok yıllık bitkilerle donanmış değildir. Bu yüzden vaktimizin çoğunu orada
geçirirdik. Ablamla ben ördeklerin peşinden koşarken annem havuz kenarında,
kamelyanın altındaki beyaz ferforje masasında çayını yudumlar, bazen kitap
okur, bazen bizi izler, ara sıra da misafirliğe gelen arkadaşlarıyla sohbet
ederdi.
Misafiri
olduğunda çay servisi bambaşka olur, masada mutlaka taze pişmiş kek ve türlü
kurabiyeler bulunurdu. O zaman dadımız bizim küçük masamızı da hazırlar, bize
de kek ve kurabiyelerden ikram ederdi. Annem ve misafirleri ince porselenden
fincanlarla çay içerken, biz mevsimine göre şurup veya limonata içerdik. O günlerde
hava daha güneşli olurdu sanki. Belki çok fazla ağaç olmadığı için belki de
annemin misafirlerinin yanında oturduğumuz için öyle gelirdi bana. Sanki eşe
dosta ilan ederdi bizim annemiz olduğunu. Yuvamızda ve güvende olmanın
sıcaklığı yayılırdı her yere.
Yaz günleri genellikle akşamüzeri çıkardık bahçemize.
Haftada bir gün gelen bahçıvanın verdiği su yetmediği için hortumla biz
sulardık çiçekleri, daha doğrusu her yeri. Sıcak toprağın buğusu kalkardı arka
bahçemizde. Çamurlu yerlere basan ördekler havuza daldıklarında su bulanır,
annem bize kızmaya çalışırdı. Sahiden kızdığını hissetmedim hiç. Bazen
düşünürüm, acaba bizi doğuran annemizin de böyle bir evi, bahçesi, hizmetçisi,
dadısı olsaydı bize böyle sevgi, şefkat gösterir miydi? Yoksa yine götürüp
yetimhaneye koyar mıydı? Bizi sevmemesi yoksulluktan mıydı sadece? Kocası terk
edip gittiğinden miydi? Tek başınalıktan mıydı? Bize bakamayacağı korkusundan
mı, yoksa kendisi de sevilmediğinden mi öğrenememişti sevmeyi?
Sonbaharda yeşilin tonu sarıya, kırmızıya dönerdi
bahçede. Kuş sesleri seyrelir, yerini huzurlu bir sessizliğe bırakırdı. Bahçeye
çıkış saatimiz öne çekilir, bahçede geçirdiğimiz süre yavaş yavaş kısalırdı.
Hava soğuyup kış yaklaştıkça ayağımız bahçeden kesilir, pencere önündeki
koltuğumuzda yerimizi alırdık. Sıkıldığımızda çatı katındaki oyun odasına
çıkar, bazen ablamla birbirimize korkunç hikayeler anlatır, bazen de saatler
süren oyunlar oynardık. Uslu olmazsak bizi sevmezler diye düşündüğümüzden
olacak, hiç kavga etmezdik.
Ne zaman ki büyüdük ve lise çağına geldik, o zaman evde
sıkılmaya başladık. İlk defa bahçemizin dışı görmeye, bilmeye heves ettik.
Okuldan sonra eve koşmak yerine dışarıda arkadaşlarımızla dolaşmak veya
onlardan birinin evine gidip odalarında oturmak, konuşmak, müzik dinlemek ve
“sırlarımızı” paylaşmak isterdik. Hala bizimle birlikte olan dadımız dışarıda
olmamızı pek istemese de annem onu ikna eder, bunlar genç kız artık, tabi ki
gezecekler diye izin verirdi. Annemin anlayış ve güveni bizi kendiliğinden
kontrol eder, onun istemeyeceği şeylerden o söylemeden uzak dururduk.
Üniversiteyi üç saatlik mesafedeki komşu şehirde okumak
isteyişimiz de biraz bu arkadaş ve dış dünya merakımızdan oldu. Büyümek için
“ayrılmak” gerektiğini sezgilerimizle bildik belki de. Bu defa zorunlu bir
ayrılık değildi, annem uçmayı öğreterek gönderdi bizi yuvadan, ne zaman
istersek gelebilirdik. Bu yüzden ayrıldık ama uzaklaşmadık evimizden. Her tatilde
koşarak bahçemize geldik.
Zaman geçti, biz büyüdük, annem yaşlandı, dadımız emekli olup evine çekildi, haftada bir gelen bahçıvan işlerini oğluna devretti. Her şey değişti belki ama bahçemiz değişmedi. Her girdiğimizde bizi annemin güvenli kolları gibi yumuşacık ve mis kokusuyla sarıp sarmaladı.
30 Nisan 2025
İzmir
Yorumlar
Yorum Gönder