BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ
Ben bu güzel kitabı 2014 yılında Soma maden faciasının olduğu günlerde okudum ilk defa. İç kapağına 2017 diye not düşmüşüm ama yalan. Nedenini bilmiyorum. Soma olayı ile kitabın bir alakası yok bu arada. Ama bu ülkede yaşadığımız en büyük acılardan biriydi ve o günlere dair Ankara Ziya Gökalp Caddesi 7. Kattaki masamın üzerinde bu kitabın olduğu bir fotoğraf karesi var hafızamda. Dokuz kişiyle paylaştığım ofiste, ilginç bir şekilde televizyon var karşımdaki duvarda. Televizyonda Soma maden faciasıyla ilgili haberleri izliyoruz. O gün tesadüfen pembe renk bir bluz giymişim ve çok utanıyorum bundan. Öğle arası Kızılay’a yürüyüp girdiğim ilk mağazadan siyah bir bluz alıyorum. Tabi burada da bir ironi var, öyle acı bir günde bunları düşünmek ve yapmak ilginç. Kitabı çok beğendim. Hem içerik hem de biçim olarak çok beğendim. Barış Bıçakçı’nın o güzel anlatı dilini bu kitapla tanıdım. Kendimi çok şanslı hissediyorum. Daha sonra okuduğum kitaplarını da çok sevdim fakat Bizim Büyük Çaresizliğimizin (bundan sonra kısaca BBÇ diyeceğim) yerini almadı hiçbiri. Birbiriyle can dostu olan ve aynı evde ortaklaşa bir hayatı yaşayan iki adamın bir süre evlerinde onlarla birlikte yaşamak zorunda kalan genç kıza aşık olmalarını ve bunun çaresizliğini anlatıyor özetle.
İlk
okuduğumda gündelik hayatı ve gündelik duyguları anlatışının sadeliğine ve
kusursuzluğuna hayran olmuştum. Mutfakta birlikte taze fasulye pişirmelerini
hala hatırlıyorum mesela. “Hangi kitapları çok seviyorum, yazacak olsam nasıl
yazmayı isterim” e cuk diye oturan bir yazar oldu B. Bıçakçı. Aynı zamanda
“Genç kuşak Ankara yazarları” ile tanıştığım döneme denk gelmiş ve bu
tanışıklığı sıkı bir dostluğa dönüştürdüğüm yazarlardan biri olmuştur. “21.yy
edebiyatında Ankara” diye bir kapsam var mı bilmiyorum ama benim için var. 2013
yılında Ankara’ya taşınmam ve Emrah Serbes, Barış Bıçakçı, Mahir Ünsal Eriş,
birkaç yıl sonra Melisa Kesmez gibi isimleri okumaya başlamam benim de
hayatımda önemli bir açılmadır. Bu yazarların hepsi hatta belki de hiçbiri
Ankaralı değildir ama edebiyatlarında Ankara vardır. O yıllarda otuzlu ve
kırklı yaşlarda olan genç yazarlar. Gençler ama kalemleri çok iyi damıtılmış.
Anlatıları yalın, süzülmüş ve yeterince detaylı. Okudukça kendimden çok şey
buluyordum ve “şimdi” ye dair de bu kadar yerli yerinde yazılabildiğini
anlıyordum. İlk yıllar bir okur olarak çok etkilendim, epeyce sonra, sanırım
Melisa’yı okumaya başlayınca “Ben de yazabilirim” ve “Yazarsam böyle
yazmalıyım” a dönüştü beğenim.
Daha
sonra, 2016 yılında, ikinci kez okudum ya da okuttum birine. O vakitler ben de
içinden çıkamadığım, içimden de çıkaramadığım duygularla ve durumlarla hem haldim.
Kitapla dert ortaklığı etmek veya birine (yani o kişiye) “bak bu kitap da var
benim hayatımda ve çok seviyorum” demek için okumuş ve okutmuşumdur.
İç sayfalardan birinde “30 Aralık 2016,
İstanbul” notum var. Ertesi gün yılbaşı ve İstanbul’un en ünlü gece kulübüne
silahlı saldırı yapılacak, onlarca insan hayatını kaybedecek, memleketin geri
kalanı da bir kez daha geri dönüşsüz şekilde travmatize olacak ve hayata güveni
bir kez daha elinden alınacak (Reina Katliamı). Hay Allah, yazıya otururken
bunların hiçbiri aklımda yoktu ve sadece kitap hakkında yazmak istiyordum. Ama
hiçbir alanı, konuyu, kişisel olayları, acıları veya sevinçleri ülkenin “dertlerden
dert beğen” halinin dışında yaşayamadığımızdan, bu yazı da edebiyattan
fazlasına ilişiyor. Daha doğrusu ülkenin ahvali edebiyata sızıyor, sızmak ne
demek, kuşatıyor. Kitabın ilk sayfasına ne yazmışım bilmiyorum ama o sayfayı
özenle kesip atmışım (Aslında gayet iyi hatırlıyorum ne yazdığımı). Arasında
bir kuru yaprak var, yaprağın, kitabın ikinci okunmasından ve İstanbul
sergüzeştinden kalma olduğunu tahmin ediyorum. Çünkü ilk okuduğumda mevsim
bahardı (Bknz. 13 Mayıs 2014 Soma Maden Faciası) ve koyu sarı bir sonbahar
yaprağı olmazdı o mevsimde. Kömür karası bedenlere tezat taze bahar yaprakları
vardı o baharda.
Üçüncü
okumam ise şimdiye, Nisan 2025 İzmir’ine nasip oldu. Birkaç ay önce kendi
duygusal dünyamla baş edememeye başlayınca, kimseye sarmamak için kitaplara
sardım. Sevgili arkadaşım (belki can dostum demediğim için kızar) Hilal ile
birlikte kendimizi okumaya verdik. İzmir’de oturduğum evin yatak odasına küçük
bir kitaplık koydum (kesinlikle bir erkekten daha besleyici) ve raflarına son
okuduğum kitaplarla tüm zamanlarda çok sevdiklerimi koymaya başladım (O halde
canım Pınar Kür’ün “Bitmeyen Aşk” ve “Aşkın Sonu Cinayettir” ini koymalıyım. Ne
çok aşk ve cinayet yazmış). Aynı zamanda salondaki kitaplıklarımı da
düzenlerken tabi ki B.Bıçakçı’nın BBÇ’ sini aldım yatak odasındaki raflara.
Rafa koymak yetmedi, neden tekrar okumayayım dedim. Kendimi daha ne kadar
çaresiz hissedebilirdim? Daha iyi bir zaman olamazdı.
Kitapta
duygusal ve ilişkisel çaresizlikler anlatılıyor daha çok, elbette biliyorum.
Bundan da mevcut bende ve elbette güzel ülkemiz elvan türlü dertleriyle beni
yalnız bırakmıyor bu çaresizlikte de. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı
Ekrem İmamoğlu tutuklandı. Beraberinde başka Belediye Başkanları ve bürokratlar
da tutuklandı. Bu günleri bizimle birlikte yaşayan kimsenin adını unutmayacağı
Mahir Polat da tutuklandı. Protesto yürüyüş ve toplanmalarında mevzuyla
alakalı, alakasız yüzlerce insan bunlardan 301 tanesi genç üniversiteli,
tutuklandı. Bayramı ilk defa gittikleri cezaevlerinde geçirdi. Tarihte
“Espresso Lab Boykotu” diye de yerini alabilir bu günler, şaşırmam. İşte Mahir
Polat’çığımızın ev hapsi ve şartlı tahliyesinin verildiği sırada ben BBÇ’yi
üçüncü kez okumaktaydım.
Yine
o kadar çok sevip sevmeyeceğimi merak ederek hızlıca giriştim okumaya. Kitabın
ilk yarısında o kadar etkilenmedim. Daha sonra başka yazarlarda da okuduğum
anlatım tarzını gördüm ve bu defa o kadar etkilenmedim. Güzel olmaya güzeldi
ama eski heyecanı duymadım ve dedim ki, “yok yok, ben şimdi o kadar fazla beğenmedim,
gençlik ve B. Bıçakçı ile ilk karşılaşmam olduğu için o kadar beğenmiş
olmalıyım.” Kitabın ortalarına geldikçe yazarın ustalığı kendini yeniden
göstermeye başladı. Bu arada, üçüncü okumamda ilk defa dikkatimi çeken şey;
aslında ana konunun çaresiz bir aşk hikayesi değil ana karakterlerin dostluğu
ve bu dostluğun nasıl yaşandığının her zerresinin anlatılması, neredeyse
DNA’sının ortaya yazıyla dökülmesiydi. Dostlukları ve hayatı paylaşma istekleri
her şeyin önündeydi. Öyle ki aynı kadına aşık olma fikri ergenlik yıllarından
beri akıllarında olduğundan bunu neredeyse beklenenin gerçekleşmesi
olağanlığında karşıladılar. İmkansız aşklarını da bölüştüler sonunda. Yazar
kitabın sonlarına doğru top sürerken beni yeniden kıskıvrak yakaladı. Hem
duygusuyla hem anlatışındaki (utanmasam kusursuz diyeceğim) başarıyla.
Diyebilirim ki son bölümleri göğsüme saplanmış bir bıçakla, nefessiz okudum.
Benzer duygular içindeyim, ve yalnız olmadığımı duyurduğun, kimsenin görmediği
ama insanın tüm benliğiyle, biteviye duvarlarına çarptığı çaresizliği bu kadar
güzel anlattığın için müteşekkirim-evet sonunda ben de yaşlandım ve teşekkür
ederim yerine müteşekkirim diyorum”. Daha güzel anlatamazdın sevgili B.
Bıçakçı. Ender’e, Nihal’e ve Çetin’e selam söyle. Hepinizi çok seviyorum.
Gülcan
2025 İzmir
Yorumlar
Yorum Gönder