Henüz adı yok. Büyüyünce Koyacağım.

 

“Başlayayım mı? Anlat dedin diye. Yoksa… Beni annem, babam, bir de Zehra Teyze dışında kimse bilmedi. Sen de bil diye. Dedim ya, yoksa… Tamam. İşte öldürdüm, dedikleri gibi… Tamam o zaman. Ben dört yıldır evliyim. On altı yaşındaydım verdiklerinde. Adamın yarı yaşında liseye gidiyordum, aldılar. İyi okuyordum ama elin evladı ele ucuz. Hem ucuz hem yük. Büfesi varmış sahilde. Midye tava, balık ekmek falan yapıyormuş. Kendi işi var dediler. Kız kısmının fazla gözü açılsın iyi değildir dediler. Bir lokma rahat ekmek yersin dediler. O ekmeğin zıkkım olacağını bilseler gene verirler miydi? Verirlerdi elbet. Dedim ya elin evladı… Annem babam ben on yaşındayken öldü. Kazada. Dur o zaman oradan beri anlatayım.”*

Kasabada elektrikçiydi babam. Kasaba dediğime bakma, ilçe aslında. Ama sen kasaba bil. Annemle çocukluk aşkıymış. Aynı okula giderlermiş. İlkokulu bitirdikten sonra babam işe girmiş ustasının yanında, annem de evde dikiş öğrenmiş annesinden, önce kendine sonra da konu komşuya elbiseler dikmeye başlamış. Bayramlarda bana da dikerdi elbise. Hayatımda daha güzel elbise giymedim. Hayatımda daha güzel hiçbir şey yaşamadım kazadan sonra.

Babamın eli ekmek tutmaya başlayınca annemle nişanlamışlar, askerden gelir gelmez de evlendirmişler. Evlendikten sonra da ikisi birbirine razı gelmiş, geçinmeye niyet etmişler. Dünyaya acelem var gibi ben doğmuşum bir yıl geçmeden. Erkek olsam herhalde daha çok sevinirlermiş ama ikinciye kısmet deyip beni bağırlarına basmışlar. Bir yıl, iki yıl geçmiş derken annem tekrar hamile kalmamış. Bir iki doktora gitmişlerse de olmayınca yine kaderlerine razı gelip beni büyütmüşler.

 Şımarık bir çocuk olmadım, kasabada şımarık çocuk olmazdı hiç. Ben de değildim. Ama bir eksiğim gediğim yoktu, güzeldi hayatımız. Annem babam beni severdi. Neden bilmem ikisi de ailesine çok gidip gelmezdi. Belki de geçimleri, huzurları bundandı. Annemin teyze kızı vardı, ara sıra o gelirdi. Bazen de annem okuldan çıkınca gelir beni alır, birlikte biz Zehra Teyze’nin evine giderdik. Annemle iyi konuşurlardı. Annem zaten kimsenin etlisine sütlüsüne karışmaz, dedikodu etmeyi sevmezdi. Akşama doğru çıkar evimize gelirdik.

Babam cumartesi günleri de dükkanı açar, ben evde annemle geçirirdim günü. O benim sevdiğim reçelden koyardı kahvaltıya, ben de ona yardım ederdim evde. Pazar günleri hava güzelse üçümüz pikniğe giderdik şelaleye. Hiç derdimiz yok muydu yoksa sonradan düşündüğümde ben mi bulamadım bilmem ama güzel günlerdi. Allah’ın dertsiz kulu olmazmış ya bizim de yanımıza koymadı o dirlik düzeni.

Pikniğe gittiğimiz bir Pazar günü yağmur bastırdı apansız. Acele toplanıp arabaya koştuk. Çocuk aklımla eve erken döndüğümüze üzülüyordum. Nerden bilecektim ki? Arabanın içinde başımızın aşağıda, ayaklarımızın yukarıda olduğunu hatırlıyorum. Ön koltukta oturan annemin gevşekçe bağladığı eşarbı düşmüş, kızıl kahve saçları yukarıdan aşağı dökülmüştü. Hiç ses yok. Varsa da ben hatırlamıyorum. Hastanede bir yatakta tek başımayım. Başka yataklarda başka çocuklar yatıyor. Başımda Zehra Teyze oturuyor. Demek onu çağırmışlar. Başka kimi çağıracaklar ki? Odaya bakıyorum, hasta yataklarının başında hep anneler oturuyor, başucundaki komodinlere koydukları meyveleri, bisküvileri çocuklarına yedirmeye çalışıyorlar. Canım bisküvi istiyor, çocuk aklı… Zehra Teyze bana bir şey demiyor. Annem nerede diyorum, ağlamaya başlıyor. Önce sessiz, sonra hüngür hüngür.

İki gün sonra çıktık hastaneden. Evimize gittik, benim üç beş parça eşyamı bir çantaya koydu Zehra Teyze, beni de başka bir çanta gibi elimden tuttu, kendi evine götürdü. İlk günler hatırımı saydı. O da kocası da, hatta benden büyük oğulları da bana hiç ses etmediler. Sonra komşularıyla ağız ağıza verip konuştuklarını duydum yarım yamalak. Benden bahsediyorlardı. Evin içinde iki tane genç oğlan varmış, benim orda kalmam yakışık alır mıymış? Anlamadım ne dediklerini. Ne yakışacaktı ki? 13 yaşına gelip de kanamam başlayınca Zehra Teyze gözünü gözüme dikti, artık halime hareketlerime dikkat etmemi, çocuk değil genç kız olduğumu, abilerimin yanında derli toplu oturmamı, her aklıma estiğinde bakkala gitmememi, sokakta kimseyle konuşmamamı, okuldan doğruca eve gelmemi söyledi. Bana neden suçluymuşum gibi baktığını bilemedim. O gün çok ağladım. Annesizliğim en çok o gün dokundu bana.

O günden sonra bir fazlalık gibi yaşadım o evde. Ortalıkta hiç görünmeden, hiç fark edilmeden yaşamaya çalıştım. Sandım ki her halim onların gözüne batacak. Yemek vakti sofrayı kurar, yemek yendikten sonra hemen toplar, bulaşıkları yıkar dersimin başına oturur, kimse bana bir şey demesin diye öksürüğümü bile tutardım.

(Devamı gelecek)

*Feryal Tilmaç’ın Kan Tutar adlı öyküsünün ilk paragrafından.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sekreter

2022, Ben geldim!

"Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir İnsanı Sevmekle Başlayacak Herşey"