Karavan

 “Güneş henüz doğmuştu. Çıplaktı. Derin nefes alıp verdiğine göre yaşıyor, gözleri kapalı olduğuna göre uyuyordu.” Yaşaması güzeldi tabii. Ama benimle konuşması için uyanık olması gerekiyordu. Yeni günün taze ışığında alnına düşen kıvırcık saçları ve yüzüne doğru sızan ter damlaları parlıyordu. Ben bütün gece tek başıma içimdeki canavarlarla boğuşurken o içeride uykuya teslim olabilmişti demek. Bir an hayal kırıklığı ve kızgınlık karışımı bir yumru göğsümden boğazıma doğru yükseldiyse de yüzünde uykunun serpiştirdiği çocuksu masumiyet boğazımı da göğsümü de yumuşattı.

    Karavanın küçük penceresinden dışarıya baktım, aynı masumiyet denize de yağmıştı. Gece benden başka herkes uyumuş ve henüz kimse uyanmamıştı. Güneş ışınları bile sabah mahmurluğundaydı. Sadece ben, kapat-aç yapmadan ikinci günü geceye ulamıştım. Karavanın önüne çıktım. Gün arkamızdan doğduğu için karavanın önü gölgeydi. Uzakta bir yerden kumru sesleri geliyordu. Kırda, köyde ve küçük kentlerde sabahın habercisi kumrular, “henüz bizden başka kimse uyanmadı” diyorlardı. Onların sesini duyunca yüreğim ferahladı, geceden beri göğsümü ezen ağırlık kalktı sanki. Güneşin kim bilir kaç milyarıncı kez kendiliğinden ve bildiği(miz) yerden doğuşu, denizin emekli sevindiren “çarşaf gibi” liği, Koray’ın dünyadan gitmişçesine uykulara gömülmesi, kumruların sabahı muştulaması, karavanın önünün sabah serinliği... Dünyanın iyi bir yer olduğuna inanmak üzereydim.

            Sabahın dinginliğinde Koray’ı uyandırıp “ben gidiyorum” demek içimden gelmedi. Acelem yoktu. İçeri girip sessizce çay koydum. Çayın suyu kaynayana kadar kapıda oturup ayaklarımı serin ve yuvarlak çakıl taşlarının üzerine bıraktım. Biraz da taşların pürüzsüzlüğü ve serinliği ferahlattı içimi. Büyükler boşuna “gecenin hayrından gündüzün şerri iyidir” dememişti.

            Su kaynadı, demlikte dünden kalan bulanık demi süzüp ses olmasın diye geride kalan yumuşamış çay yapraklarını demliğin içinden elimle toplayıp çöpe attım, Koray uyanmasın. Çöpteki boş bira kutularına baktım, iki tane. Demek ki çok oturmamış ben çıktıktan sonra. Ben sahilde bir başıma gecenin bütün dertlerine gark olmaktayken demek, o yine kendini incitmemiş, ikinci birayı bitirip yatmıştı. Ben ne kadar bekledim onu, yanıma gelir diye. Onda konu soğurken benim içimde kor olup yanmıştı sabaha kadar. Gece boyu sigara içmekten içim ezilmiş, ağzımın içi de çamur gibi olmuştu. Dişlerimi fırçalamayı erteledim çayın tadını alamam diye. Bardağıma çayı doldurdum, içimin kıyılması geçsin diye poşetin içinde dünden kalan yumuşamış somun ekmeğe az beyaz peynir kıstırıp dışarı çıktım. O sırada Koray yatakta sırt üstü dönmüş, sıcaktan olacak, kollarını iki yana açmıştı.

Kapının önünde ekmeğimi yiyip çayımı içerken dünya iyice normalleşmeye başlamıştı. Bana kıyıda sabahı sabah ettiren mesele küçülmeye, kafamda yüzlerce kez dönen sözler azalmaya başladı. Güneş ışınları denizin yüzeyinde minik minik pırıltılar oluştururken ani bir kararla vücudumdaki sersemliğe karşı çıkıp soyundum. Üstümden çıkardığım şort ve eskimiş penyeyi kamp sandalyesinin üzerine bırakıp çakılları eze eze denize yürüdüm.

Suyun serinliği içinde adımlarken ayaklarımı ve geride bıraktığı kum bulanıklığını izledim bir süre. Su kalçamdan belime doğru yükselirken kendimi öne doğru sabah denizinin kollarına bıraktım. Bedenim denizle buluştuğu anda geri kalan her şey suyun serinliği ve kaldırma kuvvetiyle ağırlığını yitirdi, ben kıyıdan uzaklaştıkça, içindeyken büyük sandığım dünyam da küçüldü. Denizin huzurunu bozmamak için kulaç atmadan, suyun altından kollarımı hareket ettirerek yüzdüm. Altımdan minik balık sürüleri geçiyordu. Neden sonra kıyıya doğru döndüğümde güneş, tuzlu suyla buluşan gözlerimi yaktı. Karavanımız artık iyice küçük bir kutu olmuştu. Bütün dünyam bu kadardı işte, hepsi küçük bir kutunun içine sığmıştı.

Bu hayatı ben tercih etmiştim bu defa. Önceki hayatım gibi aile kararlarının uygulama laboratuvarı değildi benim dünyam. O güne kadar taşıdığım her şeyi, beni hapsettikleri dev akvaryumun içinde bırakıp uzaklaşırken tek dileğim “az olsun, benim olsun” du. Benim evim, benim zamanım, benim eşyam, benim sevdiğim hatta en önemlisi benim yalnızlığım. Hepsi küçük bir kutuya sığacak kadar olsun varsın. Bunları ben seçtim. Geride kalan aile, Koray’la yollara düşüp dağ tepe gezmek için onları terk ettiğimi sansa da işin aslı öyle değildi. Ben yola çıkınca Koray benimle gelmeye karar vermişti. Aylarca baş başa yol arkadaşlığı edince birbirimize yaklaşmak zor olmadı. Kamplarda arkadaşlık ettiğimiz insanlar baştan beri bizi sevgili sanıyorlardı. Koray’ın kuyruk acısından ve sevgiyle de olsa birine bağlanmaktan ne kadar korktuğundan kimsenin haberi yoktu. O korkuyu ancak iki senede beraber aşabildiğimizi de pek tabii bilmiyorlardı. Biz de bilmemelerini önemsemiyorduk. Yola çıkana yol görünür hesabı, bize de birbirimiz görünmüştü ya da bir aşk safsatası olarak biz böyle çıkarsamıştık.

Şimdi de geceden haberi yoktu kimsenin. Birbirimize söylediğimiz sözleri kimse duymamış, kalplerimize saplanan ince bıçakları görmemişti. Bu bir yol arkadaşlığıydı ve yolculuk bitebilirdi. Yine de bir gün ayrılmayı bir ihtimal olarak bile kalbime vurmamıştım.

Kıyıya vardığımda ıslanmış iç çamaşırlarıyla kimseye görünmek istemediğimden etrafa endişeyle bakınıp ağacın gölgesinde yatan partal köpekten başka kimseyi görmeyince sudan çıkıp aceleyle karavana girdim. Kapının arkasında biri mavi biri mor renkli su tutmayan havlulardan benim olanı alıp bedenime sararken Koray’la göz göze geldim. “Sevgilim?” dedi soran gözlerle. Gülümsedim ya da öyle sandım. Sol kolunu gözüyle işaret etti. Beş altı adımı biraz tereddütle attım. Yanına uzanınca onun bedenindeki sıcaklık ve uykunun kokusuyla benim üzerimdeki tuzlu su buharlaşıp birbirine karıştı.

                                                                                                          17.04.2025, İzmir.

* Tanrı ve Memeli Hayvanlar, Zeynep Kaçar                     

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Sekreter

2022, Ben geldim!

"Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir İnsanı Sevmekle Başlayacak Herşey"