Kayıtlar

Nisan, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Leyla

  Uzun boylu, iri yapılı bir kadındı Leyla. O sabah mutfağa girdiğinde üzerindeki beyaz sabahlık onu olduğundan da uzun gösteriyordu. Saçlarını tepeden siyah tokasıyla toplamış, asla ihmal etmediği turuncu rujunu sürmüştü. Pencereyi açarken dışarıdan içeri gelen esinti yaz aylarında vazgeçemediği portakal çiçeği kokulu parfümünü duyurdu ona. Kokudan hoşnut derin bir nefes aldı. Bugün çok mutluydu. Bir elinde konuştuğu telefonu tutarken buzdolabından tezgâha, tezgâhtan masanın üzerine süzülerek bir şeyler alıp bırakıyordu. Onu izleyen birisi binlerce kez aynı eşyalar arasında aynı hareketleri yaptığına emin olabilirdi. Aklı telefonda konuştuğu şeylerde, beyaz sabahlığın kolları martı kanatları gibi açılıp kapanıyordu iş yaparken. Telefonu kapatınca ellerini beline koydu, bir an boşlukta durdu, ocakta kaynayan çaydanlığın sesini duydu. Çay kavanozuna uzanırken "Of, yapacak çok iş var" diye söylendi. Çayı demlerken hafiften içi sıkıldı. Mutfak dolabını açtı, bardakları koy...

Sekreter

“Şevki Bey, Adalı Gayrimenkul’den Ahmet Bey geldiler, müsait olmadığınızı söyledim ama muhakkak sizi görmek istiyorlar.” “ Nihal, müsait değilim ve bugün kimseyle görüşecek vaktim yok! Kaç kere söylemek lazım yahu? Müsait değilim!”      Nihal yüzüne kapanan telefonun sesiyle ağır bir tokat yemiş gibi oldu. Sağ yanağı kızardı, kulakları ateş gibi yandı. Kafasını kaldırıp misafir koltuğunda oturan Ahmet Bey ile göz göze geldi, adamın yüzündeki sıkıntılı mahcubiyetten telefondaki sesi duyduğunu anladı. “Ahmet Bey kusura bakmayın, Şevki Bey…” “Tamam tamam Nihal Hanım, ben daha sonra uğrarım. İyi günler.”      Nihal, kapanan kapının sesiyle gözlerini masaya indirdi. Sol tarafında neredeyse yığın halinde patronun incelemesini bekleyen dosyalar, zarflar, tam karşısında emektar bilgisayarı ve yılların alışkanlığı F klavyesi, bilgisayarın yöresinde mavi zımbası, küçük kutu içinde tek renk ataçları, üzerinde Mostar Köprüsü kabartmalı Bosna hatırası kalemliği, ken...

Henüz adı yok. Büyüyünce Koyacağım.

  “Başlayayım mı? Anlat dedin diye. Yoksa… Beni annem, babam, bir de Zehra Teyze dışında kimse bilmedi. Sen de bil diye. Dedim ya, yoksa… Tamam. İşte öldürdüm, dedikleri gibi… Tamam o zaman. Ben dört yıldır evliyim. On altı yaşındaydım verdiklerinde. Adamın yarı yaşında liseye gidiyordum, aldılar. İyi okuyordum ama elin evladı ele ucuz. Hem ucuz hem yük. Büfesi varmış sahilde. Midye tava, balık ekmek falan yapıyormuş. Kendi işi var dediler. Kız kısmının fazla gözü açılsın iyi değildir dediler. Bir lokma rahat ekmek yersin dediler. O ekmeğin zıkkım olacağını bilseler gene verirler miydi? Verirlerdi elbet. Dedim ya elin evladı… Annem babam ben on yaşındayken öldü. Kazada. Dur o zaman oradan beri anlatayım.”* Kasabada elektrikçiydi babam. Kasaba dediğime bakma, ilçe aslında. Ama sen kasaba bil. Annemle çocukluk aşkıymış. Aynı okula giderlermiş. İlkokulu bitirdikten sonra babam işe girmiş ustasının yanında, annem de evde dikiş öğrenmiş annesinden, önce kendine sonra da konu komşuya e...

Karavan

  “Güneş henüz doğmuştu. Çıplaktı. Derin nefes alıp verdiğine göre yaşıyor, gözleri kapalı olduğuna göre uyuyordu.” Yaşaması güzeldi tabii. Ama benimle konuşması için uyanık olması gerekiyordu. Yeni günün taze ışığında alnına düşen kıvırcık saçları ve yüzüne doğru sızan ter damlaları parlıyordu. Ben bütün gece tek başıma içimdeki canavarlarla boğuşurken o içeride uykuya teslim olabilmişti demek. Bir an hayal kırıklığı ve kızgınlık karışımı bir yumru göğsümden boğazıma doğru yükseldiyse de yüzünde uykunun serpiştirdiği çocuksu masumiyet boğazımı da göğsümü de yumuşattı.      Karavanın küçük penceresinden dışarıya baktım, aynı masumiyet denize de yağmıştı. Gece benden başka herkes uyumuş ve henüz kimse uyanmamıştı. Güneş ışınları bile sabah mahmurluğundaydı. Sadece ben, kapat-aç yapmadan ikinci günü geceye ulamıştım. Karavanın önüne çıktım. Gün arkamızdan doğduğu için karavanın önü gölgeydi. Uzakta bir yerden kumru sesleri geliyordu. Kırda, köyde ve küçük kentlerde sab...

Bahçemiz

Resim
               Bu bahçeye her girdiğimde buraya ilk gelişimizi anımsarım. Alabildiğine ürkek ve heyecanlıydım, ablamın elini sıkı sıkıya tutmuştum. Sonradan ürkekliğim yerini sevince bıraktı ama heyecanım aynı kaldı. Demir kapısından girer girmez dünya yok olur, sadece bahçemiz ve güzelim evimiz kalır. İyi ki biyolojik annem bizi yetimhaneye bırakmış, yoksa annem bizi o yetimhaneden alıp kendine evlat yapmaz, bu güzel bahçede büyütmezdi. İyi ki geldi ve bizi aldı.  Üç katlı evimize girdikten sonra bir daha geceleri ağlayarak veya korkudan tir tir titreyerek uyumadım. Çok sevdiler bizi.   Bu ev, bu bahçe yıllar yılı bizi beklemiş gibi sevdiler. Her mevsimi ayrı güzeldi bahçemizin. Benim güzel yeryüzü cennetim. İlkbaharın o taze, serin ve tertemiz havası, bazen hafif bulutlu, bazen pırıl pırıl güneşli gökyüzü… İki türlüsünde de bahçemiz ışıldardı. Hava bulutlanınca tüm güzelliğini açıkça göstermeyen bir tül serilir bahçenin üzerine, o...

BİZİM BÜYÜK ÇARESİZLİĞİMİZ

  Ben bu güzel kitabı 2014 yılında Soma maden faciasının olduğu günlerde okudum ilk defa. İç kapağına 2017 diye not düşmüşüm ama yalan. Nedenini bilmiyorum. Soma olayı ile kitabın bir alakası yok bu arada. Ama bu ülkede yaşadığımız en büyük acılardan biriydi ve o günlere dair Ankara Ziya Gökalp Caddesi 7. Kattaki masamın üzerinde bu kitabın olduğu bir fotoğraf karesi var hafızamda. Dokuz kişiyle paylaştığım ofiste, ilginç bir şekilde televizyon var karşımdaki duvarda. Televizyonda Soma maden faciasıyla ilgili haberleri izliyoruz. O gün tesadüfen pembe renk bir bluz giymişim ve çok utanıyorum bundan. Öğle arası Kızılay’a yürüyüp girdiğim ilk mağazadan siyah bir bluz alıyorum. Tabi burada da bir ironi var, öyle acı bir günde bunları düşünmek ve yapmak ilginç. Kitabı çok beğendim. Hem içerik hem de biçim olarak çok beğendim. Barış Bıçakçı’nın o güzel anlatı dilini bu kitapla tanıdım. Kendimi çok şanslı hissediyorum. Daha sonra okuduğum kitaplarını da çok sevdim fakat Bizim Büyük Çares...

Çiçeklenmeler Üzerine

     Beni bir kitap mahvetti a dostlar! Hem canımı yaktı… Yok yok, canımı yakmadı; Kalbimi dilim dilim jülyen doğradı. Canım Melisa’nın yeni kitabı “Çiçeklenmeler” i okudum. Nasıl anlatacağımı tam bilmiyorum, o kadar iyiydi, beni o kadar çok yerimden yakaladı… Yok, yakalamadı, kıskıvrak yakaladı, iki eliyle yakamdan tuttu. Çok sayıda cümleden sonra, durdum, yutkundum, derin nefesler almaya çalıştım, sonra devam ettim okumaya. Bazen devam edemedim. Geri döndüm kalbimi bıçaklayan cümleye ya da sayfaya. Bir daha, olmadı bir daha okuyorum, sonra yine kapatıp yutkunuyorum. Bu kadar mı güzel anlatılır? Bu kadar mı “öz” anlatılır? Her duyguyu, her olayı damıtıp sadece özünü anlattığı kelimelerle, öyle tam ki cümleleri, ne bir eksik ne bir fazla. Bütün hücrelerimde hissettim Melisa’yı neden bu kadar çok sevdiğimi. Belki bir gün tüm kitaplarını yeniden okurum.       Sırayla, belli bir düzen içinde bir yazı yazmak istiyorum fakat öyle coşkun duygular kaynattı k...

Melike

  1.GÜN Melike’nin Yastığa dağılmış güzel kahverengi saçlarının diplerinde terler birikiyor, burnunda boncuk boncuk olmuş onu bunaltıyordu. Çarşafı ıslak, kendisi sıcaktı. Rüyasında babasını görüyordu. Soğuk kışın alaca sabahı yavaş yavaş geliyor, uzaklarda köpekler havlıyordu. O sırada Hatice başucunda endişeli, alnına koyduğu ıslak havluları değiştirerek nöbetteydi. Kızın ateşi düşmez de hastalığı üstüne artarsa bu karda kıyamette onu tek başına ilçeye götüremezdi. Melike gözleri yarı açık, “baba” diye sayıklıyordu. Hatice dışarıdaki karanlıktan başka bir şeyin görünmediği pencereye dalıp gidiyor, Melike’nin sayıklayan sesini duyunca ona dönüyordu. Daldığı düşüncelerden sıyrılıp elini kızın yanaklarına koyunca kızın ateşiyle birlikte kendi ellerinin soğukluğunu da hissetti. Gözleri istemsizce artık sönmüş olan sobaya baktı, odun getirip atmak için kapının önüne çıktı. Olsa olsa bir hafta daha yetecek odunu vardı. İçeri döndüğünde Melike’nin yatakta doğrulmuş titrediğini gör...

Ankara'dan...

     Evin ana caddeye bakan balkonunda toplanmadan kalan son eşyalar arasından bir sandalye açıp oturdum. Vakit gelmişti. Aylardır konuşulan, hazırlanılan son gelmiş, kapının önüne koca bir kamyonla yanaşmıştı. Kamyondan inen adamlar eve girdikleri anda hiç vakit kaybetmeden tuttukları eşyayı aşağıya taşımaya başlamıştı. Hiç duyguları yokmuşçasına...      Adamlar işlerini yapıyorlardı, öyle kendiliğinden ve rahatça. Balkondaki sandalyeden bir aşağıdaki kamyona baktım, bir karşıdaki bakkala. Bakkalın önünde de her şey normaldi. O anda fark ettim ki ben o evden ayrılabileceğimi hiç düşünmemiştim. Hayatımın sonuna kadar o sokağı, bakkalı ve oradaki günlük hayatı izleyeceğimi, o evde, o balkonda yaşlanacağımı sanmıştım.      Ağlamaya başladım. Zor olmadı. Ağladıkça içimden bir şeyler büyük parçalar halinde kopup gelmeye başladı ve sarsıla sarsıla ağladım. O anda dallara ayrılmış kökleri toprağından sökülen bir ağaç oldum. Köklerim topraktan ayrıl...

İzmir'e.(25 Kasım 2022)

     25 Kasım 2022     İzmir'den ilk blog yazım. 19 Ekim'de taşındım. Zor olduğunu söylememe gerek var mı? Toplanmak, evden ve kentten ayrılmak... Buraya göç etmek, yeni eve yerleşmek, yeni kente girmek, yeni işe başlamak, yeni bakıcı bulmak... Kısaca yeni bir hayat kurmak. Eldeki malzemelerle yeni bir hayat kurmak. İşe yaramayanları atmak, bazılarını yeniden işlevlendirmek...      Eve yerleştim iki çocuğumla, eşsiz ve babasız olarak. Yatak odasının tek sahibi olmak çok hoşuma gitti. Onun dışında yemek saatleri biraz yarım aile gibi oluyor, ona çok alışamadım ama yine de güzel. Çocuklara sanki on yıldır böyleymiş gibi yansıtmaya çalışıyorum anne-baba ayrılığını. Sadece bir haftasonu babalarının evine gittiler. Sonraki görüşmeleri hep benim evde oldu. Bir süre de öyle devam edecek gibi görünüyor.       İlk bakıcı deneyimimiz oldukça tatsız şekilde sonuçlandı. Sonrasında hummalı aramalar sonucunda Özbekistan'dan gelen bir ha...