UZUN İNCE BİR YOLDAYIM-I

15 Temmuz 2016... Sıcak bir cuma akşamı. Annem, eşim, oğlum, çiçeği burnunda doktor kardeşim akşam yemeğimizi huzur ve neşe içinde yedik. Yemekten sonra eşim, erkek kardeşimi havaalanına götürmek üzere evden çıktı. 15 dakika kadar sonra evimizde daha önce hiç duymadığım bir uçak sesiyle tedirgin oldum, üstünde durmadım. Dakikalar içinde sesler şiddetlenerek artmaya başladı. Hemen tv yi açtık, tabi ki herhangi bir haber yoktu. Twittera koştuk, İstanbul'da boğaz köprülerinin askerler tarafından trafiğe kapatıldığı haberleri düşmeye başladı. Dakikalar geçiyor ama Ankara'da ne olup bittiğine dair bir bilgi alamıyorduk. Derken doktor olan diğer kardeşimden Genelkurmay önünde çatışma olduğunu, çok sayıda ambulans talep edildiğini öğrendik. Artan seslerin alçaktan uçuş yapan jetler olduğunu anladık ama kim ve neden olduğuna dair yine bilgi yoktu. Korku ve endişe içinde kapıları camları kapatırken, bir yandan da apartmanın sığınağına inme hesapları yaparken başbakan televizyonda göründü ve TSK içinde bir "kalkışma" olduğunu, hepsinin cezasını çekeceğini falan söyledi. Sırayla haberler gelmeye başladı, genelkurmay başkanı rehin alınmıştı, TSK mensupları TRT nin Oran'daki binasına girmişti. TRT de hala dizi yayını devam ediyordu. Ankara'daki hastanelerin acil servislerine sürekli telefon geliyordu, çok sayıda yaralı nakledilecek diye. Yaralılar kimlerdi? Kim kimi yaralıyordu? Televizyonda bir haber programında dünyanın en absürd şeylerinden biri oldu ve cumhurbaşkanı cep telefonunun görüntülü konuşma özelliğiyle yayındaki sunucunun cep telefonuna bağlandı. Küçük bir odanın içinden konuşuyordu... Jet seslerinde ise pek değişiklik yoktu. Bir telefona, bir televizyona, bir balkona koşup dururken saat 00.00 oldu ve TRT 1 ekranında haber stüdyosuna bağlanıldı. Mavi ceketli bir kadın spiker "darbe bildirisi" ni okudu. TSK nın yönetime el koyduğunu, sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edildiğini söylüyordu! Şaşkınlıktan yerimize çivilendik. Çocukluğumuz 12 Eylül darbesini dinleyerek, gençliğimiz ise aynı darbeyi okuyup izleyerek geçmişti. Mavi ceketli spikeri dinlerken tüm duyduklarımı, okuduklarımı, izlediklerimi hızla aklımdan geçiriyordum, darbe tam olarak böyle mi oluyordu? Ya da bunun bir şekli, raconu var mıydı? O sırada, eşim nihayet eve dönmüş, kardeşim uçağa binmiş, oğlum da onca korkunç sese rağmen yorgunluktan sızmıştı. Açık olan tüm bakkal ve fırınların önünde ekmek, su kuyrukları vardı. Hangi yıldaydık ve ne yaşıyorduk? Gerçek miydi olup bitenler? Cumhurbaşkanı televizyondan tüm müezzin ve imamlar da camiilerden vatandaşı "kalkışma"ya karşı koymak içi "allah ve demokrasi aşkına" sokağa çağırıyordu. Kulaklarımıza inanmamız gerçekten zordu. Yıllardır her ne sebeple olursa olsun sokağa yada meydanlara çıkanlar şiddetle püskürtülmüş, dövülmüş, öldürülmüş, göz altına alınmış ve tutuklanmıştı. Şimdi ise gecenin bir vakti cumhurbaşkanı milleti sokağa çağırıyor, tüm belediyelerden vatandaşa toplu mesajlar atılıyordu sokağa dökülün diye. En garibi ise bomba seslerine karışan ezan ve sala sesleriydi. Bir yandan aralıksız ezan okunuyor diğer yandan bomba sesleri evlerin pencerelerini sallıyordu. Tüm bunların arasında ne olduğunu anlamadan ve oğlum seslerden uyanıp korkmasın diye dua ederek saatlerce oturdum. Saat 03.00 civarında anlamaktan ümidi keserek yattım. Ama hayatımın en garip, en tarif edilemez ve en korkunç gecesiydi. İmam hiç susmuyordu ve yarım saatte bir şiddetli bomba sesiyle yataktan fırlıyorduk. Sonra millet meclisinin bombalandığını duyduk. Bu nasıl bir askeri darbeydi ki? Gün ağardığında sesler kesilmeye başlamıştı. Birkaç saat uyuyup uyandığımızda imam kaldığı yerden devam ediyordu. Oğlum herşeyden habersiz televizyondan çizgi film izliyordu. Hiç bir şey konuşmadan kahvaltı hazırlayıp yedik. Tüm günümüz evde imamın ara ara okumaya devam ettiği salalar arasında sanat filmi huzursuzluğunda ve kasvetinde oturarak geçti. Akşam üzeri biraz açılmak ümidiyle Ankara'nın her zaman, özellikle cumartesi günleri çok kalabalık olan semtine Ulus'a gittik. Çarşı pazar heryer kapalıydı. Tek tük açık dükkanlar isteksizce bir şeyler satmaya çalışıyordu. İnsanların dilinde dün gece Boğaziçi köprüsünde teslim olduktan sonra "Türk vatandaşları" tarafından boğazı kesilerek katledilen "Türk askeri" vardı. Evet bu da olmuştu!!! Ki bu insanlık ve siyasi tarihimiz açısından Avusturya Macaristan prensinin Saraybosna'da bıçaklanarak öldürülmesi olayı kadar kritikti. Türk Silahlı Kuvvetleri askeri darbe girişiminde bulunmuş, Cumhurbaşkanı darbeyi engellemek için Türk Milletini sokağa çağırmış, o Türk Milleti de zavallı bir emir eri olan Türk askerini boğazlamıştı!!! Bunları içim son derece daralarak toparlayabildiğim kadarıyla yazıyorum, çünkü ilerde inanabilmem için dönüp dönüp kendi sözcüklerimi okumam gerekebilir düşüncesindeyim. Ankara'nın en kalabalık semti iç sıkıcı ve bunaltıcı bir durgunluk, kimsesizlik içindeydi. Geceden sabaha yüzlerce insan ölmüş, binlerce insan yaralanmış, millet meclisi bombalanmış, neredeyse harabeye dönmüştü. Ve bizlerin psikolojisine hatta hayatına korkunç bir travma daha "altın harflerle", jet ve bomba sesleriyle, ezan ve sala sesleriyle kazınmıştı. Ertesi günün (yani bugün) yatsı vaktine kadar imamlar dalga dalga okumaya devam ettiler. Hayat neye benzedi desem? Komplo teorilerine dayalı dünyanın sonunun geldiği ve sadece Amekikalıların bir kısmının hayatta kaldığı kıyamet filmlerine benziyor. Şu anda kıyamet sonrası yerle yeksan olmuş dünyanın üzerinde şaşkınlıkla gezinen Amerikalılar gibi hissediyorum kendimi. Ama yine de "ölüme inat, yaşasın hayat" mottosunu birkaç saksı çiçek dikerek yaşamaya çalıştım. Zira bitkilerin bildiğim kadarıyla birbirlerine kastı yok, kendi topraklarında kendi köklerini salarak gövdeleri üzerinde durmaya çalışıyorlar.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

2022, Ben geldim!

KAÇAN KOVALANIR

"Dünyayı Güzellik Kurtaracak, Bir İnsanı Sevmekle Başlayacak Herşey"