Kayıtlar

2017 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Pınar Kür-Sadık Bey

Resim
              Dün sevgili Pınar Kür'ün son kitabı olan Sadık Bey i okudum. Pınar Kür benim en sevdiğim yazardır. Nedenini bilemiyorum ama bana tarifsiz şekilde haz veriyor onu okumak. Son kitabını en sona saklamıştım okumak için, dün evden çıkarken son anda dönüp kitaplıktan alıp çantama attım. Serviste başladım okumaya. Çok susayıp da koca bir bardak su içersin ya kana kana, öyle bir doyum aldım başlayınca. İş yerinde öğle arası devam ettim ve akşam eve dönerken trafikten istifade serviste bitirdim.        Aklımdaki tadını unutmadan bir şeyler yazayım istedim hakkında. Sadık Bey, büyük bir şirkette orta düzey yönetici olarak çalışan ellisini biraz geçmiş bir beyefendi. Onun yaşadığı birkaç gün üzerinden kendiyle hesaplaşmasını ve bugününü sorgulamasını okuyoruz kitapta. Sıradan sayılabilecek bir ofis gününün tarifiyle başlıyor anlatı. Karakter orta yaşlı bir bey, yazar da yaşını almış bir kadın olmasına rağmen günümüz ofi...

Huzursuzluk

          Çok sevdiğim Livaneli'nin kitabından bahsedeceğim. Benim içimdeki huzursuzlukla ilgisi yok yani konunun. En son "Kardeşimin Hikayesi" kitabını okumuştum. Ondan önce "Serenad". Ama en sevdiğim kitabı, aklımda kaldığı kadarıyla "Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm" dür. Huzursuzluk kitabını sevdiğim için değil sevmediğim için yazacağım. Neden yazmış ki böyle? Yazacağım şeylerim hiç bir edebi ya da kalıcı değeri yok tabi. Sıradan bir okur olarak notlar. Arka kapağı alıntılıyorum aşağıda, konuyu anlatmaya üşendim çünkü:      Merhamet zulmün merhemi olamaz! İstanbul’un kargaşası içinde sıradan bir yaşam süren İbrahim, çocukluk arkadaşı Hüseyin’in ölüm haberi üzerine doğduğu kadim kent Mardin’e gider. Onun, önce sevdaya sonra ölüme yazılmış, Mardin’de başlayıp Amerika’da sona ermiş hayatını araştırmaya koyulur. Böylece âdeta bir girdabın içine çekilir, tutkuyla ve hırsla gizemli bir kadının peşine düşer. Harese nedir, bilir misin? Develerin çö...

Milena'ya Mektuplar

     Bir önceki yazımda başucu kitapları diye bir başlık açmış, ilk kitabın bile hakkını veremeden yorulup yazıyı noktalamıştım. Dün gece yeni bir kitap bitirdim ve onun hakkında birşeyler yazmak istedim, baktım başucu kitapları kategorisine sığmıyor ben de yeni bir başlık açayım dedim. İyi de oldu bence. Sevgili Kafka'nın sevgili Milena'sına yazdığı mektupların yer aldığı 'Milena'ya Mektuplar' ı okudum. Kitabın tahminen üçte birini anlamadığım halde genel olarak bende derin bir his ve sevgi bıraktı. Kitapta sadece Kafka'nın yazdığı mektuplar yer aldığı için bazı bölümlerin neye veya hangi olaya istinaden yazıldığı anlaşılmıyor. Bazı yerlerde bundan kaynaklı anlam kopmaları yaşadım. Yalnızca kitabın sonunda Milena'nın Kafka'nın en yakın dostu Max Brod'a yazmış olduğu mektupları okuyunca biraz daha tatmin oldum. En azından onun nasıl bir kadın olduğuna ve Franz'a duyduğu sevgiye dair bazı satırlar okumuş oldum.       Milena'nın mektuplarının v...

Başucu Kitapları-1

     Uzun zamandır çılgın gibi okuyorum. Ama bu defa kaçma, sayfaların kuytuluklarına saklanma okuması değil. Ders çalışır gibi okumak. Kendimle ve insanla ve insan ilişkileriyle ilgili o kadar çok şey var ki bilmediğim ve öğrenmek istediğim. Elimden geldiğince isabetli okumalar yaparak sorularıma cevap bulmaya çalışıyorum. Bazı sorular cevaplanırken bilgi denen sonsuzluğun kapılarının aralanmasıyla kafama yeni soru işaretleri doluşuyor. Son zamanlarda başucu kitabı denilecek türden kitaplar okudum. Bana çok iyi gelen şeyler buldum. Ancak ne var ki çok çabuk unutuyorum okuduğum kitapları. Acaba kendime bir iyilik etsem de bazı notlar mı alsam diye düşünmeye başladım. Ne de olsa artık kişisel bilgisayarım da var. 2017 ye girdiğimizden beri bu listeye girebilecek kitaplarım şöyle; Alain de Botton- Aşk Dersleri Jeanette Winterson- Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın Marshall Rosenberg- Şiddetsiz İletişim Prof. Dr. Cengiz Güleç- Aşkın Son Sözü      Son sır...

1 Ocak 2017

     2017!      Zamanda bölünme, tasnif edilme, kırılma... Keşke takvim yapraklarıyla olsaydı, ama değil. Değil işte! Öyle olsaydı bu günün ilk saatlerinde kalbimizden milyonuncu kez vurulmaz, kaleşnikof denen lanet makinayla insanlığımız, düşlerimiz, umutlarımız, dünümüz, bugünümüz, yarınlarımız taranmazdı. Bu nasıl bir dünya? Bir yanımız bilgisayarda ağıt yakacak kadar naif, diğer yanımız yaşama kıyacak kadar hain! Onlara "diğer yanımız" derken bile tüylerim ürperiyor, klavyede parmaklarım titriyor. Ne ki, tarihin aynı sayfalarında yer alacağız. Onların zulmü satırlara yazılacak, bizim nahif sessizliğimiz görünmeyecek. Ama biz bunları yaşamamış sayılmayacağız.      Eğer blogumu takip eden dostlar varsa, bağışlasın. Benzer şeyleri kaçıncı kez yazmakta olduğumu bilmiyorum. Ama elimden gelen tek şey yazmak. Bu zehri bir kaç damla da olsa akıtmak zorunluluğu... Hani bazen de bir iyimserlik geliyor, bu kabus biterse olan biteni unutmayayım diye...